Cumartesi, Ekim 31, 2009

Fenerbahçe Forması Kefen Mi Oldu Sana?

Kendini Fenerbahçeli olarak tanımlayan ve tuttuğu takımın tarihine merak duyan her ademoğlu için Bordeaux takımıyla yapılan maç çok şeyi ifade eder. Yaşı yetenlerin daha dün gibi hatırladığı, benim gibilerin ise dünya'ya geleli daha 1 yıl olduğu tarihte oynanan Bordeaux maçı.

1985 yılının 18 Eylül'ünde Fenerbahçe o zamanki adıyla Şampiyon Külüpler Kupası'nda güçlü Fransız ekibi
Bordeaux ile eşleşmiştir. Kadrosunda dönemin meşhur isimleri olan Tigana, Giresse, Batiston'u barındıran Fransız takımı çoğunluğa göre eşleşmenin mutlak favorisidir. Hatta Fenerbahçe'nin deplasmanda fark yiyeceğine dair tahminlerde bulunulur. Malum o dönemler ülke futbolu genel olarak Avrupa'da hezimetler yaşamaktadır, ve kamuoyundaki genel kanı çok büyük fark yemeden memlekete dönmenin iyi olacağı üzerinedir. Bunlar elbette ki normal karşılanması gereken düşüncelerdir. Rakip takım 1984 Avrupa Şampiyonu Fransa'nın lig şampiyonudur. Bu maçla ilgili bütün bilgilerimi Peder bey'e ve onun yaşına yakın bazı abilere borçluyum ben de tabii. Rüyamızda gördüğümüz şeyleri yazıyoruz gibi algılanmasın. Televizyon yayının olmadığı maçı radyodan Murat Ünlü anlatmış. Selçuk'un golüyle 1-0 öne geçmiş Fenerbahçe. Devre böyle bitmiş. Sonra beraberlik golü. Daha sonra Fenerbahçe yine gol atıyor ve skor 2-1 oluyor. Radyoları başında heyecan içerisinde olan milyonlar tabii kendinden geçiyordur o an. Daha sonra ne yazık ki Fransızlar bir kez daha eşitliği sağlıyor. İkinci yarının ortalarına doğru ayağında top tutsun diye oyuna alınan Hüseyin devreye girer işte o beraberlik golünden sonra. Anlatılanlara göre Hüseyin harikulade bir gol atar ve tabii gol öncesindeki klas futboluyla önce Fransızları daha sonra da golün hikayesiyle tüm Türkiye'yi kendine hayran bıraktırır. Hüseyin Çakıroğlu'nun golüyle Fenerbahçe zoru başarır ve dönemin dev ekibi Bordeaux'u 3-2 devirir. Bu maç Fenerbahçe tarihinin önemli bir Avrupa zaferi olmasının yanında, Hüseyin Çakıroğlu'nun gönüllerde taht kurmasına vesile olmasıyla da ayrı önem taşır.

Fenerbahçe tarihini incelerken karşıma çıkan bir isimdi Hüseyin Çakıroğlu. Onunla ilgili bilgi aldığım kaynaklar ve onu hatırlayan tüm büyüklerim Hüseyin'den bahsederken onun müthiş futbolunu ve daima gülen yüzünü anlattılar. Hayat hikayesine bakacak olursak, 1957 yılında başlayan hayatı onu zaman içerisinde en iyi yapabildiğine inandığı işe, futbolculuğa yöneltiyor. Davutpaşa'da başladığı futbolculuk günlerinde Karabükspor ve Gaziantepspor derken Fenerbahçe'yle kesişiyor yolu (bir zamanlar Galatasaray'ın kendisini istediğini ama transferin gerçekleşmediğini de belirtelim). O dönem adından söz ettiren, dikkat çekici bir yetenek olan Hüseyin, Fenerbahçe'de oynuyor olmanın mutluluğunu şu cümlelerle anlatıyor, "Her insanın bir hedefi olmalı. Benim de hedefim futbola ilk başladığım günden beri İstanbul'da üç büyük takımdan birinde oynamaktı... Ve amacıma ulaşmanın mutluluğu içinde Fenerbahçe'de futbol oynuyorum."

Ülke şartları göz önüne alındığında çağının ötesinde bir futbol oynadığı söylenir Hüseyin Çakıroğlu için. Müthiş oyun zekası ve tekniğinin yanı sıra, güçlü bir fiziğe sahiptir zira. Futbolunun yanı sıra Türk futbolunun gelişimi içinde edecek kelamı vardır onun, şöyle demiştir o dönem bir demecinde; "Türk futbolunda birçok sorunlar var. Bunların başında tesis yetersizliği ve altyapının olmaması geliyor. Bozuk sahalar futbolun kalitesini düşüyor. Ayrıca bu sorunları giderebilecek kişiler olayın bilincinde değil. Futbolun geri kalış nedenlerine beslenme yetersizliğini de eklemek gerekiyor. Düzenli ve yeterli beslenme sağlanamıyor. Ama bunlara rağmen Türk futbolunda ilerlemeler kaydediliyor. Eğer altyapı sorunu halledilirse ki bunun için çalışmalara başlanmıştır, Türkiye gelecekte çok daha iyi futbol vaat etmektedir. Türkiye'de çok büyük futbolcular da yetişiyor. Fenerbahçeli Selçuk, Şenol, İsmail, Beşiktaşlı Metin, Galatasaraylı Erdal beğendiğim futbolcular. "Lig her yıl olduğu gibi bu sene de dört büyük arasında geçecek. Şampiyonluk konusunda şimdiden bir şey söyleyemeyeceğim. Top yuvarlaktır fakat çalışan bunun karşılığını alacaktır ve Fenerbahçe'nin şampiyon olacağına inanıyorum. İleride Türk futbolunun kalitesinin yükselmesini ve gelecekte daha iyi statlarda daha kaliteli bir futbol sergilenmesini diliyorum."
Hüseyin'in yıldızlaştığı maçlar çoktur esasında ama yine Bordeaux maçı kadar değilse de önemli sayılacak bir maçta devleşir. Onun hikayesini de anlatalım. Fenerbahçe lig şampiyonu olarak, Galatasaray ise kupa galibi olarak 1985 yılında Ankara'daki finale gelmiştir. İki ezeli rakip finalde olunca daha güzel bir eşleşme olur. Maç kıran kırana geçmektedir. İlk golü Galatasaray atar. Devre öyle biter. İkinci yarında dakikalar 78'i gösterirken Hüseyin topu orta alandan alır, iki rakip oyuncuyu klas geçer ve 30m. den kaleci Simoviç'i avlar. Görenler, o ana şahitlik edenler muazzam bir gol olduğunu söylerler. Hüseyin gol sevincini arkadaşlarıyla kutlarken, tribünleri bir kez daha kendinden geçirmiştir. Maçın normal süresi berabere biter. Penaltılarda kupa Fenerbahçe'nin olur. Penaltı atışlarında her ne kadar kaleci Yaşar'ın payı büyük olsa da beraberlik golünü getiren Hüseyin'in de katkısı inkar edilemez.

Hüseyin Çakıroğlu milli forma için de mühim bir isimdir. İlk olarak 1982 yılında Ümit Milli Takım'da oynamıştır. O zamanlar ki performansıyla çok yakın sürede A Milli Takım'a çıkacağına dair yorumlar yapılır. 2.ligde oynarken bile Milli Takım'a seçilen Hüseyin'in, Fenerbahçe performansıyla birlikte milli formayı uzun yıllar terleteceğine inanılır. Lakin ne yazık ki hayatta her şey istediğimiz gibi gitmediği gibi, Hüseyin'in parlak kariyerinde bilinmeyen bir kötülük ortaya çıkar.


Hüseyin Çakıroğlu sahada muazzam bir oyun ortaya koyarken, onu sürekli rahatsız eden bir şey vardır. Sağ bacağının iç kısmında bir beni vardır Hüseyin'in. Yavaş yavaş büyümektedir. Problem giderek büyüyünce Doktor Kaya Çilingiroğlu'na gidilir. İncelemeler yapıldıktan sonra onun asistanı operasyonla alır beni. Aldıktan sonra başka tahliller de yapılır. Ve sonuç ne yazık ki çok kötüdür. Habis çıkıyor, oradan vücuda yayılmaya başlıyor. Bu olaydan sonra güçlü kuvvetli fiziğiyle bilinen Hüseyin her antreman sonrası eve yorgun dönüyor. Her geçen gün eve daha bitkin geliyor. Kardeşi Haluk Çakıroğlu bu duruma hayret ettiklerini söylüyor yıllar sonra verdiği bir röportajda. Lakin onlar da tam olarak ne olup bittiğinin farkında değillermiş tabii. "En son evde bir kriz geçirdi, sara krizi gibi. Ondan sonra götürdük Amerikan Hastanesi'ne ama iş işten geçmişti" diye anlatıyor bu durumu.

1986 yılının Ekim ayında (bugünlerde) Hüseyin Çakıroğlu'nun vefat haberi duyuluyor. Fenerbahçe ve Milli Takım'daki oyunuyla taraflı tarafsız herkesin beğenisini kazanan Hüseyin'in ölüm haberi ülke futbol gündemini derinden sarsıyor. Galatasaraylısı da, Beşiktaşlısı da ve tabii diğer takımların taraftarları da çok üzülüyor bu habere. Fenerbahçeliler deseniz onu genç yaşta kaybettiklerine inanamıyorlar. Futbolcu arkadaşları ve dönemin futbol adamları da şok geçiriyor. Hüseyin'in ölüm haberini alıp apar topar evine gelen Beşiktaşlı Metin misal, kapının önüne kadar geliyor ama yukarı çıkamıyor, "Tutamam kendimi, ağlarım" diyor.

Büyüklerimizden dinlediğimin yanı sıra kardeşi Haluk Çakıroğlu'nun verdiği bilgiler sayesinde de bir şeyler öğreniyorum rahmetli futbolcumuz Hüseyin'e dair. Dönemin büyük hocalarından Derwall misal Hüseyin'i çok severmiş. Hakkında en çok konuştuğu oyuncuymuş. Zaten yukarıda ülke futbolu göz önüne alındığında çağın ötesinde bir oyun oynadığının söylendiğini aktarmıştık. Taraflı tarafsız herkesin beğenisini kazanmış biri dedik Hüseyin için, bunu kardeşinin şu sözleriyle daha iyi anlıyoruz; "Ağabeyim vefat edeli neredeyse 20 yıl oluyor ama ne zaman tanımadığımız bir ortamda konu futbola gelse, tesadüfen 'Rahmetli Hüseyin'in kardeşiyim' dediğim zaman, Galatasaraylı ve Beşiktaşlı bile olsa karşımdaki insanlar ağlamaklı oluyor. Tanıyorsa, yaşı müsaitse adamın şekli değişiyor. Çoğu gençler tanımıyor çünkü. Beşiktaşlısı, Galatasaraylısı, Trabzonlusu hepsi iyi anıyorlar ağabeyimi. Herkes tarafından sevilen bir yapısı vardı rahmetlinin. Ölüm haberini aldıklarında Milli Takım Yugoslavya deplasmanına doğru yola çıkmış. Şenol ağlaya ağlaya maça gidiyor mesela, hepsi perişan oluyorlar".

Sadece futbolculuk özellikleriyle değil, karakteriyle de farklı bir kişiliktir Hüseyin Çakıroğlu. İstisnai bir topçudur. Kitap okumayı çok sever. Rus klasiklerini bilhassa okurmuş. Dostoyevski'yi ayrı severmiş. O dönem çoğu futbolcu gece hayatına düşkünken, meşhur şarkıcıların peşinde koşarken, Hüseyin ise sakin bir hayatı tercih etmiş. Sözlüsü varmış ama evlilik kısmet olmamış. Hayat işte.

Küçük kardeş Haluk Çakıroğlu'nun "Ben ağabeyime doyamadım..." sözleri beni benden alıyor. İzleyemediğim, tribünden maçını takip edemediğim Hüseyin Çakıroğlu için gözyaşları dökmeme sebep oluyor bu sözler... Aslında sadece bu sözler değil, öğrendiğim bir olay daha beni derin hislere sevk ediyor. Hüseyin vefatının akabine denk gelen ilk maç Spor Sergi'de oynanıyor. Her zaman takıma destek veren pankartlar açan Paşalı Birol bu kez vefat, taziye pankartlatı açıyor. Spor Sergi o gün yine tıklık tıklım doluymuş. Fenerbahçeli Hüseyin Çakıroğlu için yapılan saygı duruşunda, taraftarın gözyaşları eşliğinde söylediği şu tezahürat ise o gün orada olmasam da, o anı yaşamasam da benim de şu an gözyaşları dökmeme vesile oluyor...


Genç yaşta bu dünyadan
Göçüp gittin Hüseyin
Bizleri acılara
Atıp, gittin Hüseyin

Ne sen bizlere doydun
Ne de doyduk biz sana
Fenerbahçe forması
Kefen mi oldu sana?

Bu taraftar seni
Asla unutmayacak
Kalbimizdeki sevgin
Ebediyen kalacak

ve tribünde "Hüseyin ölmedi kalbimizde yaşıyor" sesleri...

Seni hiç izleme şansım olmadı Hüseyin Çakıroğlu. Ama gerek Babam'dan, gerekse de tribündeki abilerimden hikayelerini dinleme fırsatım oldu. Keşke izleme şansım olsaydı ama nasip değilmiş...İzleyemedim ama bir Fenerbahçeli olarak, Fenerbahçeli Hüseyin'e vefa borcumu böyle ödemek istiyorum. Bu yazıyla onu hiç bilmeyenlere tanıtmak, bilenlere ise bir kez daha hatırlatmak, dua etmelerini sağlamak...

Fenerbahçe'li futbolcumuz Hüseyin Çakıroğlu için Allah'tan bir kez daha rahmet diliyor, böyle efsanelerimizi unutmamamızı istiyorum.. İzleyemesek dahi...

not: M.Oktay Özen, Poyraz Anar ve Esat Yağcı ağabeylerime ayrı teşekkürler... ve yazısından alıntılar yaptığım Cem Zamur'a tabii ki...

İyi Futbol Gereklidir

Lig maçında "Önemli olan 3 puan, iyi futbol gerekmez". Kupada "Önemli olan tur atlamak, iyi futbol gerekmez". E hazırlık maçı, adı üstünde, iyi futbol gerekmez. Peki ne zaman seyredecez biz iyi futbolu? İyi futbol gereklidir, ayarlayın bunları!...

Vedat Özdemiroğlu - Uykusuz

Gerçi Seksin Yerine Tutmaz Ama

Gülmek Size Yakışıyor


Bayanlar Voleybol'da ilk Süper Kupa'yı alan takımı es geçmek olmazdı. Anlamadığım, oynamayı beceremediğim bir spor olsa da, gerek Fenerbahçe'nin bir takımı olması gerekse de güzel oyuncularımızın olmasından mütevellit fırsat buldukça takip etmeye çalıştığım bir bayan takımımız var.

Çok ciddi transferler yapıldı. Kaliteli isimler takıma kazandırıldı. Şimdiden uçmak doğru olmaz belki ama bu sene Bayan voleybol takımımız Avrupa'da ses getirecek diye ümit ediyorum. Umarım yanılmam.

Naz'a da haber yollayın, gönlünde bana yer var mı, yok mu öğrenelim.


Not: Voleybol blogu yok mu diye sorarken karşımıza çıkan: http://fenervoleybol.blogspot.com/

Fenerbahçe - Galatasaray Maçı Koreografi Hikayesi (Video)

Fenerbahce - galatasaray maçı koreografi hikayesi from Cahit Binici on Vimeo.



Her blogda var, sen de niye yok? diye başımın etini yiyen o kişiye gelsin.
Biri bana gelsin, o da sensin...

İnternet ve Biz


Karikatürdeki duvar saati 4'ü gösteriyor. Aklıma ister istemez Üniversite geliyor. Ertesi gün ya ders yok ya da işim yok, deli gibi takılmışım Imdb, Wikipedia, Ekşi Sözlük'te falan. "Neyse ya yatayım bari" diye düşündükten sonra, nedense "du bi gazetelere bakayım, yeni haber vardır" düşüncesi peydah olurdu. Milliyet'in web sitesine bakarken böyle "Holivud ünlülerin makyajsız halleri" diye bir haber olurdu hep, ve tıkladığınızda sizi Milliyet Galeri'ye yönlendirirdi. Çok matah bir şeymiş gibi ilk fotoğraftan sonuncusuna kadar bakardım hep. En son kareye de baktıktan sonra, karikatürdekini söyler yatardım.

Gördüğünüz gibi ne kadar boş işler peşindeymişim. Üniversite hayatımın bir bölümünü resmeden bir karikatür. Umut Sarıkaya'yı bu yüzden çok seviyorum. Çizdiklerinde kendimi görüyorum. O benim için piyasadaki en iyi mizahçı. Böyle düşünenlerin sayısının çok olduğunun da farkındayım.

Cuma, Ekim 30, 2009

Asimetrik Psikolojik Harekat


Ve beklenen yazı güzide medyamızın çok değerli kalemlerinden biri olan Fotomaç yazarı Orhan Yıldırım'dan geldi.

"Bu arada Kadıköy’de Manisa’nın net pozisyonunu ofsayt diye kesip, bir de penaltısını vermeyip maçın önüne geçen Tolga Özkalfa’nın, Fenerbahçe’nin Kayseri deplasmanında görevlendirilmesini ilginç bulduk.

Bakalım, hep birlikte izleyeceğiz."


***

Çalsın sazla, oynasın kızlar...
Türk spor medyasının, Fenerbahçe'ye karşı bu sezonki "Asimetrik Psikolojik Harekatı" resmen başlamıştır.

Ek olarak aynı Fotomaç'ın web sitesinden bir haber. Kullanılan fotoğraf tesadüf mü sizce? Sürekli Fenerli medya diye ağlayan bünyelere gelsin bu kare. Tekrar edeyim, medyanın rengi yoktur, tiraj kaygısı ve ortalığı germe eğilimi vardır.

Futbol Bloglar Nereye Koşuyor?


Bundan yaklaşık 3 yıl kadar önceydi. Esasında tam olarak 3 yıl değil ama 3 yıla yakındı işte (2006 Aralık ayı). İnternette dolanırken karşıma şans eseri bir blog çıktı. Aceto Balsamico yazıyordu. Ne demek bu Aceto Balsamico diye düşündüm önce. Nasıl okunuyordu acaba? falan diye sorgulamalar. Daha sonra o sorgulamalar blogu takip etmeye devam ettikçe yerini "kim bu Aceto ya?" şeklini aldı. Zoban mıydı yoksa? diye soruyorduk birbirimize. Yok yok. Bülent Timurlenk'miş adı diye gerçeği öğrenip rahatladık. Manyaklık işte. Ardındaki ismi öğrenmek bu kadar mühim bir mevzu mu? Esas mühim olan içerik değil midir? Safmışız o zamanlar işte...

Aceto'nun blog yayınına başlamasından yaklaşık 2 ay önce bendeniz bu bloga bir şeyler karalamaya başlamıştım ama futbol falan pek yazmıyorduk o zaman. Öyle bir heyecana kapılmamışız daha. Aceto'yu okudukça, esinlendik ister istemez. Bir yol gösterenimiz oldu. Aynı kalitede olmasa da elbet, spor medyasından farklı bir şeyler karalayalım amacıyla futbol ağırlıklı yazmaya başladık. Daha sonra Flying Dutchman, Noat Samisa, Kale Arkası ve Romanista Bukowski ilk etapta dikkatimi çekenlerden oldular futbol blog aleminde. Her gün bir yazı çıksa da buralarda okuyayım diye blogları takip ettiğimi dün gibi hatırlarım. Aceto bir yazı yazardı, bizler okulda, sokakta, sağda solda hep o yazıları konuşurduk. Kimi zaman Aceto bir transfer söylentisi yazardı, spor medyamızın haberi yok tabii o olaylardan, biz küçük bir kitle olarak olası transfer üzerine konuşur dururduk. "Aceto yazmadıysa inanmam aga" repliği vardı o zamanlar hatta. Konu biraz "eskiden sadece Trt vardı" moduna doğru kaymaya müsait kıvama geldi, kısa kesiyorum bu bölümü. Esas mevzuya geçmem lazım zira..

Efendim, işte Aceto ya da Bülent Timurlenk abimiz nihayetinde bir yol gösterdi bizlere. Futbol gündemine dair farklı ve de özgün yazıların ne derece ilgi çekici olabileceğini gördük. Yazmak da büyük keyifti ek olarak. Okunmak, takip edilmek de cabası (tabii bu esnada biz de eskilerden sayılabilecek biri olduk ister istemez yukarıda saydığım bloglarla birlikte) Herkes yazdıklarını birileriyle paylaştı ve yavaş yavaş büyüdük. Eskiden 3-5 blog üzerinden dönen Türkçe içerikli futbol bloglar aleminde bugün yüzlerce blog var. Bu güzel bir şey elbette. İnsanların yazmaya ve okumaya eğilmesi kadar hoş bir şey olamaz. Üstelik özgün bir şeyler üretiliyorsa.

Futbol bloglar her geçen gün popülaritesini arttırdı ve en sonunda "alternatif medya" olduklarına dair bir lakırtı gündeme geldi. Esasında bazı öne çıkan blogları baz alarak yapılan bir değerlendirmeyse de bu, o zaman için doğru olan bir tespitti. Lakin artık resmin geneline bakılarak söylenen bir söz oldu bu. Futbol bloglar bir ihtiyacı kapatıyor deniyor hatta. Alternatif olma sebebleri buymuş yani. Bunu söyleyenler de yine medyanın kendi içinden olan isimler. Onlara göre kendilerinin alternatifiymiş malum futbol bloglar.

Birçok isimden bu ve buna benzer yorumlar işittik, okuduk, bunları okurken keyiflendik tabii.. Fakat gerçekten böyle mi acaba? Soruya cevap vermeden evvel, Oğuz Öztürk'ün blogundaki Ali Ece söyleşisinin 2.bölümünden bir alıntı yapmak isterim. Futbol bloglar hakkındaki fikri sorulan Ali Ece şöyle demiş, "Bloglar, Türk spor basının 10000000 ışık yılı ilerisindeler". Ali Ece'nin abartılı yorumunu ilk okuduğumda "acaba blogları mı övüyor, yoksa spor basınını mı yerden yere vuruyor" diye bayağı düşündüm. Soru bloglarla ilgili olduğuna göre, herhalde övgü dolu bir sözdür. Derinlemesine bir yorum aramaya gerek yok.

Tüm bunları düşünürken tabii, bu arada aynı zamanda BIY ve futbolbloglar siteleri vasıtasıyla güncellenen blogları da takip ediyordum. Genelde şu temalarda yazılar vardı, "X takımın falanca oyuncusuna ne demeli? ondan bahsetmiyor bazıları", "zaten X takım hep böyle...", "ne zaman hakemler X takım aleyhine karar verdi ki?...", "X takımın oyuncuları şöyle böyle bik bik bik..."

Abartısız söylemek gerekirse 30'a yakın yazı böyleydi. Malumunuz derbi sonrası gündemle alakalı yazılardı bunlar. Renk ayrımı yapmadan, siz-biz demeden herkesin yazdığını belirteyim elbette. Bu arada, bu iki sitedeki blogların da gelişigüzel değil de, seçmece usulü önümüze sunulduklarını da unutmayalım tabi..

Neyse, efendim şimdi bir yandan spor medyasındaki bazı isimlerin futbol bloglar için "alternatif medya" yorumları, bir yandan Ali Ece'nin futbol blogların spor medyamızın bilmemkaç milyon ışık yılı ötesinde olduğunu belirtmesi ve öte yandan böyle yazılar.... Bu ne perhiz?

Herhangi bir gazetenin spor sayfasını açsanız, istisna olan isimleri ayrı tutarsak, karşımıza çıkanlar aşağı yukarı bloglarda dönen muhabbetleri yazıyor yıllardır. Pardon da o zaman nasıl alternatif oluyoruz? Hani futbol bloglar "alternatif medya" olmuştu. Alternatif değil ki. Bildiğin medyanın izinden gidiyoruz. Sürekli çamur attığımız medya. Beğenmediğimiz, burun kıvırdığımız medya hani. Fitne basın bunu da yazın diye sloganlar attığımız medyanın yaptıklarını yapıyoruz.... Hatta olayı abartarak yazın asparagas transfer haberleri üreten ve blogun ziyaretçi trafiğini arttırmaya çalışanlar bile oldu...

Işık hızından bilmem kaç milyon yıl uzakta olan futbol blogları bunlar mı oluyor yani?

Böyle eleştiriyorsun ama daha birkaç ay önce "sen de yaz" diye insanları teşvik eden sen değil miydin el burrito efendi? diyen de çıkar belki. Evet. Ben ve bana bu yönde destek veren blog yazarları, insanların yazmasını, üretmesini teşvik ettik. Lakin bunu söylüyorken farklı olan, özgün içerik üretebilecekleri gaza getirmeyi amaçlamıştık. "Aklımı seveyim iyi ki filancaspor'u tutuyorum" başlıklı yazılar yazıp, içerikte diğer takımlara sallayan, tarihi gerçekleri kendi işine göre yorumlayan ve işte bakın ne biçim araştırdım ayaklarına yatarak insanlara öyle sunan, rakibin topçularını adam gibi tenkit etmek yerine o kişilere hakaret, küfür vs. eden, ve dolaylı yoldan üzerlerindeki formayla birlikte takımlarına sallayanlara da "sen de yaz" demedik aslında. Hatta keşke o çağrıların altına not düşseydik, "aman sakın siz yazmayın" diye. Daha iyi olurdu.

Futbol blogların alternatif medya olduğunu düşünenler ve spor medyasından bilmem kaç milyon ışık yılı ötede olduklarını söyleyen Ali Ece gibiler öne çıkan ve herkesce takdir kazanmış blogları işaret ediyorlar aslında. Lakin bir gerçek var ki, bu övgüleri hak eden kişiler mütevazılıktan ölürken, yukarıda bahsettiğim türden adamlar pişkinlikte sınır tanımıyorlar. Böyle pohpohlanmaların kendilerine yapıldığını zannedip iyice sıvıyorlar ortalığı. Bunları böyle gaza getirmeyin rica ediyorum.

Çok kanallı sistemi yaşadığımız şu günlerde Trt'nin tek kanal olduğu dönemi özleyen kişiler çıkar da "hey gidi günler" minvalinden laflar eder ve şu anki sisteme kayar ya...sanırım böyle devam ederse, biz de "mantar gibi türeyen, özgünlüğü olmayan, kalemi ucuz, mantıktan yoksun, nüktedanlıktan bihaber" futbol bloglarını gördükçe onlara bi tomar sallayacak ve iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki futbol blogları takip ettiğimiz o günleri özlemle hatırlıyor olacağız.

Vaziyet her geçen gün daha da kötüleşeceğe benzer. Bunca şey yazdın çizdin efendi, sen kimsin bre! diyen okur, belki futbol yazacak meziyetimiz pek olmayabilir ama 3 yılı aşkın zamandır Türkçe içerikli futbol blogların gelişimini yakından takip eden ve içinde olan bir adamım. Bırakın da şu problemle ilgili kelam edeyim dimi ama...

İnönü Kapalı'sında Fener Tribünü

Derbiye fazla takıldık sanırım. Ama neyse olan oldu artık diyelim, ve yukarıdaki karenin 1979-80 sezonuna ait olduğunu yazalım.

Mekan İnönü Kapalı tribünü. Nostaljik karelerin hastasıyız malum.
Sağ alt köşede poz veren abilerimize özel dikiz....

foto: M.Oktay Özen'in arşivinden...

***

Bu arada derbideki koreografinin hikayesi videosunu görmeyen varsa, buradan buyursun.

Perşembe, Ekim 29, 2009

Bir İddia Kaybettim


Beşiktaşlı bir dostumla iddiaya girdik. Hemen özet geçeyim; Bobo'nun yakın dönemde 4 maç ceza aldığı pozisyondan sonra, Keita'nın ayan beyan yumruğuna en az 5 maç gelir, hatta belki 6 diye tahminde bulundum.

Bunun üzerine zaman zaman blogdaki yazılara "academy_berkant" rumuzuyla yorumlar yapan Berkant ise "Kesinlikle Bobo'dan az ceza alacak göreceksin" demişti.

Baktık böyle olmayacak bir iddiaya girdik. 4 maç ve altı ceza gelirse Berkant kazanacak, 4 maç üstü ceza gelirse ben kazanacaktım. İddia böyleydi.


Az önce ajanslara düşen derbi cezaları haberiyle iddiayı kaybettiğimi öğrendim. Keita şayet, cezasında bir indirime ya da bindirime gidilmezse, 3 maç ceza almış o hareketinden ötürü.

Çok pis ters köşe yaptılar beni sağolsunlar.
Bir gömlek parası gitti ulan. Kamiller sizi.

not: diğer cezalar; Fenerbahçe'ye 2 maç seyircisiz oynama, Bilica'ya da 3 maç ceza.

O Artık Bizden Biri


"Derbide Fenerbahçe'nin ilk golü ofsayt, verilen penaltı da penaltı değildi"

Bugün birçok gazetede rastladığım Rijkaard'a ait demeçlerden bir cümle. Genel olarak Fenerbahçe'nin oyununa geldik, derbide sakin olmamız gerekirdi türünden bir yorum yapmış Rijkaard ama araya bunu sıkıştırmış (Gs tv'ye konuşmuş). Tipik Türk teknik adam yorumudur bu. Maç hakkında onu yapamadık, şunu edemedik derler ama dayanamaz araya bunu sıkıştırılar. Rijkaard da yapmış. Çok şükür, onu da kendimize benzetmişiz artık.

Rijkaard geldiğinde kendisinin Türk futbolu için önemli bir isim olacağı öngörüsünde bulunan biri olarak, onu da kendimize benzettiğimizi görünce, bu duruma gülsem mi üzülsem mi bilemedim.

Çarşamba, Ekim 28, 2009

Muazzam-ül


Pazar günü oynanan derbide seremoni esnasında çekilmiş muazzam bir fotoğraf. Grup CK'nın site girişinde karşıma çıkan müthiş bir kare.

Kimin çektiğine dair bir fikrim yok. Altbilgiyi de okuyamadım orada yazıyorsa. Bu yüzden altına adını not düşemedim. Onu da belirteyim. Fotoğrafın büyük hali daha güzel tabii, üzerine tıklandığında fark edilesi ve masaüstüne döşenilesi...

Salı, Ekim 27, 2009

Top Nerede?



Gazetelerde, futbol dergilerinde ya da bloglarda (misal Sabri abi-Ultras Movement yapar zaman zaman) ara sıra fotoğrafta bir çok noktaya top yerleştiriler ve esas topun nerde olduğu sorulur ya...

Ben kimseyi o kadar zora koşmak istemem. Şu yukarıdaki iki karede de esas topu ayan beyan gösterelim. Ekstra toplarla uğraştırmayalım kimseyi.

Bu açı, o açı falan filan diye sorgulamalar yapılabilir bunun üstüne. Tamam eyvallah... Ama Lig Tv'nin sanal çizgileri ne kadar gerçek ki? Bu da mühim bir sorudur.

Lakin amaç bakın işte golümüz böyle yendiden çok, Lig Tv'nin yayıncılık anlayışıyla ilgilidir. Sadece bu maç için değil, tüm maçlarda ekrana çektikleri sanal çizgiler büyük kavgalara sebebiyet veriyor zaman zaman. Bunu da görelim.

Kılavuzumuz Lig Tv olursa, burnumuzu temiz yerlerde konuşlandırmamız zor olur diyelim en son. Ve öyle bitirelim...

Hayatın Nasıl Gidiyor?

Hayatın nasıl gidiyor? sorusuna yanıt olabilir mi sizce? Belki.
Fotoğrafın üzerine tıkladığınızda büyüdüğünü, coştuğunu belirtelim.
Başarılı bir çalışma.

Rivaldo Musun Be Ortegacan?



Ne denebilir ki başka?
Rivaldo geldi aklıma. O da 2002'de iyi rol yapmıştı doğrusu.
Ortega'yı severiz de, bravo aferin "fituuuğğ" diye ıslık öttürecek halimiz de yok bu hareketine.

Pazartesi, Ekim 26, 2009

I Love This Game!


Gecenin geyiği
: Lugano gidip Emre'ye vurunca şerrefsiz diyenler, peki neden Keita gidip R.Carlos'a vurduğunda "eline sağlık koçum" derler.

Futbol böyle güzel işte. Herkes rengince yorum yapıyor.
I love this game!

not: "siz sanki çok farklısınız" diye yorum yazmaya başlayan arkadaş, herkes rengince yorum yapıyor lafını ne için dedik biz zaten? boşuna yorma parmaklarını. canım benim...

Derbideki Koreografi Hakkında

Efendim malumunuz, geçtiğimiz haftaiçi Grup CK'nın sitesinde, derbi koreosu dışarı sızan bilgi yüzünden iptal edildi şeklinde bir duyuru vardı. Onu bloga taşımıştık. Bunun üzerine gerek e-postayla gerekse de blogdan yorumlarda, madem iptal oldu paylaşın bari diye yaklaşımlar oldu. Kendi açımdan yazıyorum; bunu birileri derbi öncesi paylaşsa dahi (ki bizden birinin böyle yapacağını sanmıyorum), açıkçası ben derbinin geçmesini bekliyordum. Ondan sonra bazı şeyleri yazmak istedim. Şu zamana kadar bekleme sebebim budur.

Öncelikle bu sızdırma işine her kim bulaştıysa kendisine küfürlerim ve lanetim bakidir. Onu belirttikten sonra. Derbideki koreografi için iki satır yazalım.

Grubun bir kısmı Bükreş deplasmanındayken, burada kalanlar ve diğer gruplardan gelen arkadaşların katkılarıyla oluşan koreografi ekibi az zamanda "A kalite" bir iş çıkarmıştır. Bir vesileyle buradan da tebriklerimi sunayım o kişilere.

Bahsettiğim kişiler arasında Perşembe, Cuma ve Cumartesi günü yoğun mesai nedeniyle stadda sabahlayanlar var. Bu sevdaya (tribündeki görsellik, tribün vs.) böylesine gönül vermemiş insanlar garipseyebilir belki bunu. Örneğin, Sevilla maçı öncesi gecenin 3'üne kadar hala stadda olduğumuzu öğrenen bir arkadaşım, "seni hiçbir zaman anlamadım, sanırım bundan sonra da anlamayacağım" demişti. Bizi anlayan anlar demek lazım aslında.

Böyle yaptık ettikli konuşmayı sevmem ama burada özveride bulunan arkadaşlarımın, kardeşlerimin yaptıklarından bahsetmeyeceksem, başka nerede bahsedeceğim. Bugün Türkiye'nin hatta dünya'nın bir çok yerinde öncellikle Fenerbahçeliler ve sonra derbiyi takip eden herkes bu çalışmaları konuşuyorsa, emeği geçenleri de tebrik etmek lazımdır.

Yukarıda gördüğünüz galibiyete inanmış kişilerin, "Doğduğun günden beri" pankartının altında hazır tuttuğu pankarttır diye ekleyelim.

Bunun tamamı yani iptal olan koreo'nun resmi de aşağıdadır. Belki sağda solda derbiden sonra rastlayan olmuştur gerçi. Ama görmeyen, merak eden kişiler görsün istedim. Madem bu kadar soru geldi, merak edildi..


Son olarak; içinde herhangi bir küfür barındırmayan bu pankartların ve esasında koreo'nun, bu yönde rahatsız edici olmadığına inanıyorum. Ezeli rakibe esprili bir dille gönderme yapmak amaçlanmıştır ve bence ikisi de gayet güzel çalışmalardır. Öyle zannediyorum ki büyük çoğunluk bu konuda benimle hemfikir olacaktır.

bir not: bu planlanan organizasyonun son hali değildi. onu belirteyim. bendeki bir kopyadır sadece. yani üzerinde bir şeyler deneniyordu. misal burada fazladan bir skor var. nir kupa maçı var yani. keza skor sıralamaları da düzenlenmemiş şekilde olması lazım. sadece elimdeki bir taslağı paylaşmak istedim. birebir bunun aynısı yapılmayacaktı yani. en son şekli değildi diye de not düşelim.

Pazar, Ekim 25, 2009

Kaçınılmaz Son 3-1


Maçın ilk 15 dakikası Fenerbahçe'ye galibiyeti getirdi diyebiliriz. Daha çok isteyen, mücadele eden ve sabreden taraftı Fenerbahçe. Doğal olarak 3 puan geldi.

Baros'un oyundan çıkması ve yerine Nonda'nın girmesinin Galatasaray adına olumlu olacağını düşünmüştüm, fakat Galatasaray bir kişi istisna ( o da M.Sarp'tır), takım olarak maça iyi hazırlanmamış ve nerdeyse hiçbir olumlu görüntü gösteremediler maç boyu. Evet. Atılan bir gol var ama etkili olmasını beklenen isimler sahada hiçbir varlık gösteremedi. Elano, Keita, Arda ve Nonda... Çok kötüydüler. Yine de Arda'yı ben olsam çıkarmazdım. Bu da Rijkaard'ın hanesine eksi olarak yazılacak bir hamleydi bana kalırsa. Kornerden gelen golü iyi süzmesi gerekirdi. Arda çıktıktan sonra, Galatasaray bir tane olumlu duran top organizasyonu yapamadı.

Fenerbahça'ye gelince. Daum beni şaşırttı. Güiza'yı beklerken Kazım'ı görmek... Rakibin ağır savunmasını Kazım'la zorlama tercihi çok yerindeydi. Kazım resmen hallaç pamuğu gibi attı ortalığı. Savruk bir topçu olmasa maç çok daha farklı bitebilirdi belki de..

Fenerbahçe de şu kötü oynadı diyebileceğimiz bir isim yok. Carlos'un performansı merakla bekleniyordu misal ama büyük maç tecrübesi olan biri olduğunu bir kez daha kanıtladı. Keita ile girdikleri pozisyonda dileyen tahrik var falan desin, ama şunu unutmamak gerek, böyle maçlarda tahrik olmayacaksınız. Sonuna kadar sabretmeyi bileceksiniz. Ancak böyle kazanırsınız işte.


Ekstradan bir paragraf Alex için yazmak isterim. İyi ki varsın Alex diyorum bir kez daha. Küçük maçların büyük oyuncusu diyenler var onun için. Şayet bir oyuncu skora bu denli katkı sağlıyorsa derbilerde, keza Avrupa Kupası maçlarında, kabul etmeniz gereken tek şey Alex'in büyük oyuncu olduğu gerçeğidir. Yine üzerine düşüni layıkıyla yaptı.

Hakemi beğenmedim. Maçın ağırlığını kaldıramadı. Yardımcı hakemlerden biri de çok kötüydü. Onu da ekleyeyim.

Geleneğin bozulmaması güzel tabii.. Önümüzdeki maçlara bakalım en klişesinden.

Cumartesi, Ekim 24, 2009

Derbiye 23 Saat Kala


Boğaz'ın Savaşı diyen çıkmış dış basında, ve de Boğaz'ın Derbisi yorumları var yine klasik. Kimileri bu derbiyi çok abartıyorsunuz diyebilir. Evet abartıyoruz. Sanırım bir Fenerbahçeli ile bir Galatasaraylının nadiren aynı şeyi savunduğu, aynı şeyi düşündüğü konulardan biridir Fenerbahçe Galatasaray derbisi. Abartıyorsak biz abartıyoruz. Zira bu bizim gözümüzde çok mühim bir derbi. Siz öyle düşünmek zorunda değilsiniz ki?

Göztepe-Karşıyaka maçında stadda bulundum. Atmosferini biliyorum. Beşiktaş ile Galatasaray arasında oynanan maçları da izlediğim oldu. Keza Fenerbahçe ile Beşiktaş arasında oynanan maçları hem Kadıköy'de Hem İnönü'de defalarca izledim. Aklınıza bu ülke topraklarında futbol derbisi dendiği gelebilecek en önemli maçların başında gelir bunlar herhalde. Onçün, yorum yapma hakkım vardır sanıyorum.

Tamamen subjektif olan yorumumdur bu... Ülke futbolunun en büyük futbol derbisidir Fenerbahçe - Galatasaray maçları. Aksini iddia eden olacaktır. Kendince güçlü savları da olacaktır ama yineliyorum.. Tamamen kendi görüşümdür. En büyük derbi budur!

Fazla uzatmadan bitiriyorum yorumumu. Maç hakkında uzun uzun tahliller yazmak istemem. Derbi başlar ve maç öncesi konuşulan tüm detaylar yalan olur genelde. Alex,Emre, Keita, Arda falan filan... Olayın mühim kısmı şudur; hırsına yenilmeyen, sahada daha fazla adamla kalan ve sabırla oynayabilen genelde maçı alır...

Favorimiz ve tahminimiz belli zaten.

Cuma, Ekim 23, 2009

Götür Beni Gittiğin Yere


Kuralar çekilirken yalandan da olsa, şöyle yakından bir ülke takımı çıksa da gitsek diyorduk. Bükreş bu anlamda Sofya'dan sonra en rahatıydı ve kurada Steaua Bükreş ile aynı grupta yer aldık. Ve gerçekleşen hayalde ' götür beni gittğin yere' ile tempo tutarak Romanya'ya gidiyorduk.

Grubun en büyük hayallerinden biri olan yurt dışı deplasmanı için önce hayal kurmaya başladık. Biraz zaman geçince ciddiyet binmeye başladı ve pasaport işlemlerini hallettik. Derken vize filan, kendimizi salı akşamı Salı Pazarı'nda bulduk. 3 otobüsteki şanslı kişilerdendik.

16 saat süren gidiş yolculuğumuzda sınırda bizi bekleten Bulgar polisi ve yolumuzu kaybeden şöförümüze bir teşekkür edelim buradan. Tuna nehri üzerinden geçerken 'az kaldı' sesleri artıyordu otobüste. Nitekim 60 km yolumuz kalmıştı. Romanya sınırında arılarla verdiğimiz mücadeleyi başarıyla atlatıp otele doğru hareket ettik.

Bükreş'te yiyecek sıkıntımız çoktu. Yahu bu adamlar ne yiyor ne içiyor anlamadım bir türlü. Türk dönercisi sayesinde karnımızı doyurduk. Yabancılar Türkiye'ye geldiğinde neden yemeklere bayılıyor daha iyi anlıyorsunuz oraya gidince.

İlk günümüz Bükreş sokaklarını gezmekle geçti. Esnaf işi taksilerle otel-centrum kaç sefer yapıldı bilinmez. Bükreş'te hayat, İstanbul kadar canlı değildi. Bazı konuştuğumuz kişiler haftaiçi olmasına verdi bunu. Güzel bir şehir turundan sonra otelde dinlenmeye çekildik.

Perşembe günü önemliydi bizim için. Fenerbahçe nerede biz orada mantığını bir kademe atlatıp Bükreş'teydik çünkü. Otel önünde artan bir kalabalık vardı. Çevre ülkelerden gelen otobüslerle 13 otobüs oldu birden. Zaten İstanbul'da otobüse binerken hayvan gibi tribün olacağı fikirleri vardı herkeste. Önce otel lobisinde başlayan tezahüratlar, otel kapısında devam etti. Otel önündeki halay görülmeye değerdi.

Saat 5 gibi otelden ayrıldık otobüslerle. Herkesin kafasında 3 saat ne yapacağız soruları varken, İstanbul'u aratmayan bir trafikle karşılaştık. Saat 7 civarı anca stadyumda olabildik. Pankartlarımızıhazırladık, İçeri girerken jandarmanın 'Forbidden' uyarısına takıldık. Neden diye sorduğumuzda o da bilmiyordu nedenini sadece emir böyle diyordu. Ne Bükreş taraftarı ne de biz pankart sokabildik içeri. Eğer pankartlar girseydi herşey çok daha güzel olacaktı.

Tribündeki ortam sanki Bursa deplasmanındaymışız gibiydi. Tribündeki koltuklara da değinmek lazım. Heralde gördüğümüz en kötü tribün koltuklarıydı. Sami Yen'deki koltuklar bile bunların yanında çekyat gibi kalır tahminimce. Yerleşmemizin ardından maça tribün olarak iyi başladık. Romen taraftarların gıpta ile bize baktıklarını çıplak gözle görebiliyorduk. Yanan meşaleler bizi iyice coşturdu. Habire mesaj geliyor, 'ses çok sağlam geliyor', 'meşaleler çok fenaydı' gibisinden. Gelen golle iyice gaza geldik. En güzel yurtdışı deplasman tribünlerinden birisiydi. Belki de en sağlamıydı.


Tribünden çıkarken kafalarda 'iyiki gelmişim lan.' düşüncesi hakimdi. Bu da özetliyordu aslında herşeyi. Dönüş yolculuğu gidişe göre daha kısa sürdü.Romanya-Bulgaristan sınırında meşale eşliğinde çekilen halaydan sonra ülkemize doğru yola çıktık. Türkiye'ye girdiğimizde mercimek çorbası sesleri artıyordu. Güzel çorbalardan sonra İstanbul'un yolunu tuttuk. Her şeyiyle güzel bir dir deplasmana gitmenin keyfini yaşıyoruz. Pazar günü görüşmek üzere...





Sensiz ben nefes alamam,

Buralarda hiç duramam,
Tek başıma yalnız kalamam.

Senin kokunu özledim,
Hep yollarını gözledim,
Götür beni gittiğin yere...


yazan: Andreas Wagenhaus
grupck.com

Dikkatimi çekenler #5


Dikkatimi çekenleri sizlerle paylaşmaya devam...

***

* İlk yazı Chao Grey'den gelsin. Pulp Fiction hakkında bir yazı. Benim favori Tarantino filmim hala Reservoir Dogs'tur yalnız, onu hatırlatayım. Zamanında yazmıştık zati sebebini...

* Sıradaki yazı, Ziggytheking'den... Süper Lig'de İzmir kontenjanı açılmasına dair bir fikrin öne sürüldüğü bu hoş yazıya şuradan ulaşabilirsiniz. Yanlış bilmiyorsam, ziggytheking de bölümdaşız. O da İngiliz dili ve Edebiyatı okumuştu. Bana, Jonathan Swift'in meşhur "A Modest Proposal" eserini hatırlattığı için ayrıca teşekkür edeyim..

* PcLion FC blogdan Uğur, Uykusuz dergisi yazarlarından Fırat Budacı'nın "Futbol asla sadece futbol değildir" başlıklı yazısını bloguna taşımış. İyi de etmiş. Bu ülkede futbolu seven herkesin kendinden bir şeyler bulacağına inandığım yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

* Fatih Terim sanki ülke futbolunun gündeminden düştü gibi oldu ama bu yazıyı paslamazsam olmaz. Uçan Hollandalı, 12 Ekim tarihinde "Accidental Hero" başlıklı bir yazı yazmıştı. Oldukça yerinde tespitlerin olduğuna inandığım bir yazıdır. Onçün, buyrun buradan yakın.

* GençSiviller hakında ne düşünüyorsunuz, bilmiyorum ama ilginç bir topluluk. Sitelerinde de çoğunlukla ilginç yazılar var. Siteden Ragıp Soylu'nun "Hepinizin Ağzına Acı Biber Sürerim!" yazısı buradadır, dikkat çekicidir...

* Blog takipçilerinden Gökhan T. göndermiş. Zaman'dan Erdal Hoş'un Almancı futbolcularımızla ilgili bir araştırma yazısı. "Panzerleri Türkler sırtlıyor" başlıklı yazı burada efem...

* Target Striker'dan Kutay üslubunu beğendiğim bir blog yazarıdır. Tanju Çolak yazısı yazmıştı geçenlerde. Güme gitmesin istedik. Tanju'nun Devler Ligindeki bir maçını izlemiştim, kameralara oynuyordu, beğenmedim tavırlarını ama kendisi büyük golcüydü, orası ayrı. "Tahtsız Kral" başlıklı yazı burada. (Ayrıca yine Kutay'ın yazdığı "Eleştiri Kültürü" yazısı da plase olarak buradan okunsun deriz)

* Hiddink'in Milli takımın başına geçmesini en çok arzu edenlerden biriyimdir. Geçtiğimiz günlerde iki cepheden de bu hususta olumsuz haberler çıktı gerçi, ama hazır Hiddink demişken; Futbolmanya'dan Armağan Özkaynakçı'nın "Lukovcan'dan Günümüze Türk Futbolunda Değişmeyenler" başlıklı yazısı ahanda buradadır diyelim...

* Lambuja blogdan Alper Öcal'ın "Söyleyin Terim'e" yazısı da dikkati çekenlerdendi.. Buyrun buradan....

* Varlığından yeni haberdar olduğum T(i)rajik blogundan bir yazı var sırada. Fenerbasket forumlarından Eren sayesinde haberdar oldum bu sayfadan, sağolsun... Daum'un gençlere yeterli şansı tanımadığına inanan biriyim. Hanidir de yazarım çizerim bu konuda. Aksini iddia eden bir yazı var karşımızda. Uzun uzun yazılan analiz yazıları başımı döndürür genelde ama oldukça sağlam bir yazı var karşımızda. "Daum'un harcanan gençleri!" başlıklı yazıyı buradan okuyabilirsiniz.

* Yine blogun sıkı takipçilerinden biri olan Gözde'nin pasladığı enfes bir yazı... Fenerinbahçesi blogundan BKY yazmış..ne de güzel yazmış doğrusu. "Köpek Yalnızlığı" yazısı buradan okunabilir... Şefin sipesiyalidir...

***

not: sağda solda gördüğünüz ve dikkatlerden kaçtığını düşündüğünüz şeyler varsa, paslayın, biz de buradan bloglar arası paslayalım..( elburrito23[et]gmail.com )

El Superclasico Heyecanı


Dünyanın en önemli derbilerinden (bana kalırsa en büyüğü) River Plate - Boca Juniors maçı var bu Pazar. Bir yanda kadrosunda adamım Ortega'yı bulunduran "milyonerler" lakaplı zenginlerin takımı River Plate; öte yanda Maradona'yla özdeşleşmiş, renkleriyle ayrı bir mest etmiş, fakirin fukaranın vakıf gurebanın takımı Boca Juniors.

Ortega'nın kadrosunda olduğu takımı değil de, sarı-lacivert olan, ezilmişlerin takımını tutuyoruz bu rekabette ezelden beri (amma duygu sömürüsü yaptım yalnız).


Bu maç El Monumental'de oynanacak. İki takımın da bu seneki performansları pek içi açıcı değil, ama derbilerin havası başka olur.

Arjantin tribünlerini çok seven ve ayrı takip eden bir ademoğlu olarak, her ne kadar bu derbi Boğaz'ın derbisiyle kısmen çakışacak olsa da, bu maçı ucundan köşesinden takip etmeye çalışacağız inşallah derim. Sözü haftasonu aşağıdaki iki taraftar topluluğuna bırakırım.



Not: River Plate - Boca Juniors (El Monumental Stadyumu)
Pazar aksam TSI 21:15'de, NTVSpor'dan CANLI

Perşembe, Ekim 22, 2009

Yayın Rezaleti Eşliğinde Gelen 3 Puan


Efendim ben bir D-Smart abonesiyim. Maçı herhangi bir şifreye takılmadan izledim ama... nerdeyse şifreli maç engeli yaşıyormuş gibi binbir güçlükte takip ettiğimiz bir maç oldu. Alttan üstten geçen uyarı yazıları ve ekranın ortasında zaman zaman çıkan eşşek gibi logo. Sorumluları Allah nasıl biliyorsa öyle yapsın diyorum.

Forvetsiz çıktık maça aslında. Kazım forvette durması gerekirken, alışkanlıktan olsa gerek serseri mayın gibi dolandı durdu sahada. Gariptir ki, bu bayağı işimize yaradı. Rakip defans hem yoruldu böylelikle, hem de büyük şaşkınlık içerisindeydi. Forvet olarak sahaya çıkan oyuncunun bir sağ, bir sol kanatta, hatta zaman zaman orta sahanın gerisine gelip top çıkarttığını görünce afalladılar doğal olarak. Öte yandan, sol çaprazdan zor bir pozisyonda şut çekmeyi deneyen ve oldukça iyi bir vuruş yapan Kazım'ı görünce aklıma birden Güiza geldi. Aynı pozisyonda Güiza olsaydı, muhtemelen topu kontrol etmeye çalışırken defansa kaptırırdı. İzleyenler de saç baş yolardı.

rezilliğe bak...

Özer'i nihayet dünya gözüyle ilk onbirde ve 70 dakikalık performansıyla gördük. Bazı gereksiz zorlamalarına rağmen (daha müsait durumda olan arkadaşları varken, 3 kişi arasına girmek, çalım çabaları vs.) kumaşının ne kadar kaliteli olduğunu ve Daum'un ona forma şansı vermesi gerektiğini cümle aleme ispat etmiştir herhalde. Lakin heyhat! Esas abiler döndüğünde Özer yine 90.dakikada oyuna girmeye mahkum kalacak. Ve tabii bunu söylemezsem olmaz, takımın en çok ihtiyaç duyduğu anda topu ayağında tutma, arkadaşlarını rahatlatma özelliklerini üzerinde barındıran Özer'in çıkması... Sorgulamayayım, galibiyet üzerine yazmayayım diyorum ama arkadaş o değişikliğin mantığı nedir? Ayakta durmakta zorlanan Santos'u oyunda tutuyorsun, ama o anlarda en çok ihtiyaç duyulan adamı oyundan alıyorsun. Yerine giren kişi de Vederson bu arada. Bravo!

Emre'nin Özer'e "aferin oğlum" demesi gözlerden kaçmadı

Alex'in yokluğunda set hücum konusunda ciddi sıkıntı yaşayan bir Fenerbahçe vardı. Duran toplar ve uzaktan şut denemeleri dışında pozisyon bulmakta zorlanırız diye düşünürken, Emre'yle başlayan, Özer klasıyla devam eden ve Carlos'un Kazım'a al da at dediği pasla gol geldi. Öngörümüzde yanıldığımızı gördük. Burada Özer'in müthiş pasının yanı sıra, maç boyunca dikine oynama konusunda ısrarlı olan Emre'yi de ayrı not etmek gerek. Cristian kesicilik konusunda başarılı ama hala gereksiz yan ve geri paslar yapıyor. Bir türlü ısınamadım bu yüzden elemana. Bu haliyle vasat bir orta saha elemanı izlenimi uyandırıyor bende.

Rakip pozisyon bulmadı mı? Buldu tabii. Biraz kazmaydılar bunlarda, bunu da gördük. Volkan da yine iyiydi tabii. Ve direkten dönen kafa vuruşundaki şans anı... Bunları da görmek ve ona göre önlem almak lazım.

Koşan, mücadele eden, istekli bir Fenerbahçe vardı. Belki çok üretken değildik (ki bu da Alex'in yokluğuyla alakalı), ama kazanmayı isteyen bir takım vardı sahada. Bu da gecenin Fenerbahçe adına 3 puanla birlikte artı haneye not edilecek güzelliğiydi.

Son olarak tribünde 90 dakika boyunca susmayan, takımına destek veren taraftarımıza elinize, ayağınıza, gırtlağınıza sağlık diyorum. Gerek bizim Grup CK'dan, gerekse de İstanbul tayfasından diğer tanıdık simaları kameralar tribünü her gösterdiğinde net seçtik. Fenerbahçe ve Fenerbahçeliler adına güzel bir geceydi nihayetinde.

Bu galibiyetle birlikte Avrupa'da da zirvede yer almak pastanın üzerine krema olmuştur.

Marilyn Manson - Sağlık Raporu



Sağlık raporunda yazan ve yerle yeksan eden detay:
Hasta kendi kendine emişmek için kaburgasını ameliyatla aldırtmak istemektedir.

Facebook'tan Programsız Video İndirme


Her zaman burada yazmışımdır; tekonoloji cahiliyim, bu alandaki yeniliklere açık biriyim ama genel olarak pek bir şey bilmem. Sadece bana gösterilenlerle yetinen biriyim derim. Bunu bilgisayar işletmenlik sertifikası sahibi bir ademoğlu olarak diyor olmam, benim adıma mı utanç verici olmalı, yoksa her önüne gelene sertifika veren kurumların sorunu mudur, onu siz yorumlayın.

Neyse, bu girizgahta sonra sadede geleyim. Firefox kullanan biriyim ve en son versiyona geçtiğimden beri Facebook'taki videoları programla indirme konusunda sorunlar yaşıyordum. Sonradan öğrendim ki, en son versiyonla sorun yaşıyormuş eldeki programlar sözde. E ne yapacağız o zaman? Oturup sorunsuz olan program çıkana kadar bekleyecek miyiz? Tabii ki hayır. Yapılacak en makul şey, babadan kalan yöntemleri kullanmak. Bahsettiğin şey ne kısa kes el burrito efendi dediğinizi duyar gibiyim. Hemen tabii, diyorum. Resimlerle birlikte anlatmak daha uygun olur diye de başlayayım anlatmaya. (resimlerin üzerine tıkladığınızda büyüdüğünü ve daha detaylı bakabildiğinizi söylememe gerek var mı?)

İndirmek istediğimiz videoyu Internet Explorer ile açıp izliyoruz (yahu ne işim olur Explorer'la demeyin, ben de sevmem pek ama burada işimize yarıyor, en azından benim yöntemim böyle).Videomuzu izledikten sonra asıl bilgisayara indireceğiz? sorusunu şöyle cevaplıyoruz;

İlk önce internet tarayıcımız Internet Explorer’a sağ tıklayıp özellikleri seçiyoruz.


Daha sonra açılan sayfadan Gözatma geçmişinde bulunan "Ayarlar" butonuna tıklıyoruz.


Bu işlemi de yaptıktan sonra karşımıza "Geçici İnternet Dosyaları ve Geçmiş Ayarları" adında bir pencere daha açılacak.Açılan pencereden "Dosyaları Görüntüle" butonuna tıklayacağız. (hangi dilde kullanıyorsanız bu ibareler ona göre değişkenlik gösteri tabii, ne olur ne olmaz ben uyarayım da)


Dosyaları Görüntüle butonu tıkladığımızda açılacak olan klasörde dosyaları sağ tıklayarak boyuta göre sıralandır diyeceğiz ve sayfanın en altına ineceğiz efendim. Videomuz bizi burada bekliyor olacaktır (tabii yukarıdakileri doğru yaptıysanız) Videoların boyutu genellikle büyük olduğu için sayfanın en altında bulabiliyoruz onları. Bulduğumuz videoyu sürükleyip masaüstü veya herhangi bir klasöre bıraktıktan sonra izleyebiliriz (yahut kes-kopyala-yapıştır-coş vs. yöntemlerle de yapabilir tabii).

Facebook'tan, You Tube'dan vb. sitelerden izlediğiniz videolar her zaman bu klasördedir. Şayet yoksa, o işte bir puştluk vardır, baştan söyleyeyim.

Berkant efendinin sizlere sipeyşıl notu: Bu yöntemle şarkıları da indirebilirsiniz. Ama radyodan dinlediklerinizi indiremiyormuşsunuz efendim.. Ben denemedim, Berkant efendi öyle dedi. Umarım sallamıyordur. Güvendik, yazdık buraya.

Saygılar, sevgiler. Amme hizmeti vazifemiz.
el burrito

Denizli'nin Artık 1 Puanı Var


Wolfsburg-Beşiktaş maçını anlatan Ertem Şener son 20 dakikalık dilimde bir ara, "Mustafa Denizli'nin Şampiyonlar Lig'inde 1 puanı dahi yok" dedi. Bu doğru bir bilgiydi de o an bunu söylemenin ne gereği vardı, tartışılır. Dün gece alınan bir puandan sonra artık Denizli, Şampiyonlar Ligi maçlarına daha rahat çıkacaktır. En azından şeytanın bacağını kırdı.

Beşiktaş tahmin ettiğimden daha iyi mücadele etti. Bu da Alman rakibini şaşırttı. Her ne kadar defansta Ferrari çok olumlu işler yapmış, ve kazanılan puanda emeği en çok geçen isim de olsa, Beşiktaş genel olarak sahada iyi direndi. Bu 1 puanı her türlü hak etmişti. Hatta rakip 10 kişi kaldıktan sonra biraz daha sakin oynamayı becerebilselerdi, galibiyet bile gelebilirdi.

Rakibin 10 kişi kalmasından sonra Denizli'nin oyuncu değişiklikleri yerindeydi. Tabata gibi topu ayağında tutma meziyeti yüksek bir topçuyu oyuna almasının sebebi topun Beşiktaş'ta daha çok kalması, ve bunun da Beşiktaş'ı pozisyonlara daha rahat sokmasını sağlayabilmekti... Ama Denizli'nin öngörüleri beklendiği gibi çıkmadı ne yazık ki.

Yine de M.United'dan ziyade beşiktaş'ın esas rakipleri diğer iki takım olduğu için, Almanya'dan yenilmeden dönmek güzel bir sonuçtur. Beşiktaşlılar bu bakımdan rakibin 10 kişi kalmasıyla doğan 3 puan ümidinden çok, alınan somut 1 puana baksalar daha iyi olur.

Hangi blogda yazdığımı hatırlamıyorum ama bir blogda Denizli'nin lanetinin devam edeceğine ve sıfır puanla bu ligi de kapatacağına dair bir tahmin vardı sanırım. Katılmadığımı, Beşiktaş'ın CSKA ve Wolfsburg'un şu anki beklenenden düşük performanslarından yararlanacağını ve puanlar alacağını düşündüğümü söylemiştim. O iddiamı daha da büyütüyor ve Beşiktaş'ın İnönü'deki kalan 2 maçı da kazanacağını söylüyorum.

Tutar mı, tutmaz mı meselesi değil de, sadece tahmindir benimkisi. Grup maçları sonunda nasipse yazarız buradan ne tahmin ettik, ne oldu diye..

Salı, Ekim 20, 2009

Karadeniz'de Boğulan Katalan Ekibi

Az önce biten maçta Rubin Kazan deplasmanda Barcelona'yı 2-1 yendi. Kazan'a galibiyeti getiren golü Gökdeniz Karadeniz attı. Başlıkta da bizim Türk spor medyasından esintiler yaşatalım istedim bu yüzden.

Camp Nou'da gol atmak güzel bir duygu olsa gerek. Gökdeniz'e bahis olayından beri kılım ama Barca'ya gol atınca ve de mağlubiyetlerine sebep olunca, anti-Barca bir kişi olduğumdan mutlu oldum. Bir Türk oyuncunun gol atması da güzel bir şey tabii..

Marca: "Karadeniz sorprende al Barca" manşetini hemen atmış. Mealen diyor ki; "Karadeniz çocuğu koydu" heheh... Şaka şaka. Şaşırttı diyorlar.

Yazıyı Geniş Aile dizisinden Cevahir tiplemesinin repliğiyle bitirelim. Günün anlam ve önemini belirten bir repliktir ayrıca;

"Yedek kulubesini zengin tutacağına, gönlünü zengin tutsaydın ya Katalan ekibi!"



not: Rafa Benitez'e de laflar hazırladım bu arada, bir ara yazarım...

Dağ Fare Doğururken


Fatih Terim üzerinde herkesin hemfikir olduğu bir isim değil ama bir gerçek var ki, ağırlıklı olarak Türkiye'nin yetiştirdiği en iyi teknik adamlardan, hatta en iyi futbol adamlarından biri olduğu iddia edilir.

Şimdi, dün Terim bir basın toplantısı düzenledi. Belçika maçı bittiğinde bahsetmişti bu toplantıdan. Futbol gündeminin takip edenler, ülke futbolunun durumuna dair tespitler ve gerçekçi çözümlerin olacağı bir toplantı olmasını bekliyordu. Öyle mi oldu pekala? Hayır. Tabir-i caizse dağ fare doğurdu.

Basın toplantısının görüntülerini izlemeden bu yazıyı yazmak istemedim. Emin olmak istedim. Dileyen Terim'in neler dediğine şuradan ulaşabilir diyelim. Görüntüleri izlediğimde de farklı bir şey göremedim.

Şunu belirtmek de fayda var. Fatih Terim ülke futbolunun en önemli takımının, hatta takımlarının başındaydı. Yetkisi çok fazlaydı. Bu konuda hepimiz herhalde aynı şeyi düşünüyoruzdur.

Terim'in basın toplantısına bakıyorum. Bizim arkadaşlarımızla aramızda konuştuğumuz ya da tv ekranlarında futbol yorumcularının hanidir dile getirdiği tespitleri söylemiş. Yani yeni ve ilginç ne bir tespit var, ne de bir çözüm önerisi. Bu mudur yani? Kaç gündür ne söyleyecek, neler önerecek diye beklenen Terim, herkesin bildiği şeylerden bahsetmiş. Buna dağ fare doğurdu denir. Başka bir şey değil.

Futbol yorumcusu değilim. Söyledikleri ülke futbol gündemini oluşturacak biri hiç değilim. Lakin Terim'in söylediklerini gerek burada, gerekse de diğer sanal platformlarda yıllarca yazdım. Diğer arkadaşlar da yazdı. Ne farkımız kaldı o zaman?

Misal, Terim demiş ki; "Futbolcularımız Avrupa'ya gitme konusunda kararlı ve cesur olmalı". Bravo! Müthiş bir tespit. Hiçbirimizin aklına gelmemişti bu zaten. Bu nasıl olacak ama, bu konuda bir çözüm öneriniz var mı acaba sayın Terim? Yok.

Bu ve bunun gibi herkesin yıllardır konuştuğu şeyleri anlattı Terim. Tekrar ediyorum, yeni ve ilginç bir şey duyamadık ağzından.

Dünkü basın toplantısında farklı olan tek şey vardı. O da Terim'in sakin olması ve saldırgan davranmamasıydı. Bu belki artı olarak görülebilir onun için. Belki de bugüne dek yaptığı basın toplantılarında böyle olabilseydi, ülke futbolumuz kısır gündemlerle değil, daha gerçekçi konularla meşgul olurdu.

Efendim? Terim böyle yaparak futbolcularını mı koruyordu dediniz?
Bir dakika... Aynısını Bülent Uygun dediği zaman espri konusu yapmamış mıydık?

Pazartesi, Ekim 19, 2009

Erdem ve Ahlak

Hafta sonu kendi sahamızda oynayacağımız Galatasaray maçı için 3 grubun ortaklaşa yaptığı koreografi, şeref yoksunu boşboğazlar nedeniyle iptal edilmiştir.

Geçmiş yıllarda günler öncesinden patlayan koreografilerini midesizce uygulayanların, bugün keyifli bir şekilde klavye tatmini yaşaması onların değil içimizdeki ahlak yoksunu insanların gösterdiği bir erdemsizliktir.Bu erdemsizliğin bedeli muhatabına en ağır şekilde ödetilecektir.

İki senedir firesiz yoluna devam eden koreo birlikteliğinin, patlayan koreografi sonrası bir takım sorgulamaları kendi içerisinde yapacağı bir gerçektir. Koreo toplantılarının ilkinde belirtilen ''sızma olursa iptal olur'' sözünün ihlali, her şekilde değerlendirilip gereği yerine getirilecektir.

Klavye üzerinden masturbasyon yapan lüzumsuz insanlar, 15 günlük emeklerin çöpe atılmasını doyumsuzca kutlayabilir.

İlgilenenlere duyurulur

Grup CK
http://grupck.com/portal/Article.php?ID=94

***

Dün oynanan Gaziantepspor maçı ve önümüzdeki iki önemli maça dair yazılar yazmaya planlarken başımıza gelen olaya bak!. Yazıklar olsun. Giden onca emeğe üzülüyor insan. Damdan düşenin halinden yine en iyi daha önce damdan düşmüş olanlar anlar. Bu bakımdan empatiyle yaklaşan, adabıyla yorum yapan bazı Galatasaraylı tribün peşinde koşan arkadaşları tenzih ederim. Tepikimiz diğer grupta kalanl tipleredir.

Olaya neden olan lavuğa da ne desem ki? Bizimkilerle birlikte çalışmalara gelip giden biri belki de.. İçeri başka dışarı başka oynayan lavuklar var ne yazık ki.. Ve onların boşboğazlığı başkalarının emeklerinin boşa gitmesine sebep oluyor işte böyle..

Cumartesi, Ekim 17, 2009

Hepiniz Ne'siniz?


Efes Pilsen ile Fenerbahçe arasında oynanan Cumhurbaşkanlığı Kupası finalinden bir görüntü. Efes Pilsen'i desteklemeye geldiğini düşüneceğiniz bu kişiler, doping yaptığı ortaya çıkan Kerem Gönlüm'e destek vermek için yüzlerine Kerem'in maskelerini takmışlar. Bravo. Tebrik ediyorum. Çok müthiş bir hareket gerçekten.

Sanırım hepimiz Kerem Gönlüm'üz demek istiyorlar. Sizden de bu beklenirdi doğrusu. Ama bir eksiğiniz var. Sadece Kerem Gönlüm değilsiniz hepiniz.. Onu da iyi bilesiniz.

Bazı hareketler vardır küfürden daha sevimsizdir. Bu da onlardan biri olarak geçti spor tarihimize. Tebrikler!

Rıdvan Dilmen #4


20 milyon iyi para mıydı acaba o zamanlar?
Kim bilir?

foto: Esat Yağcı'dan...

Hadise Peltek Olsaydı


2 yıl önceydi sanırım. Bütün otobüs duraklarında yine Penti reklamları vardı. Fakat o zaman Nil Karaibrahimgil vardı. Onu da beğeniriz tabii. Her sabah okula giderken durakta Nil'i görür görmez "ananı" diye uyanıyordum. Kendime geliyordum.. Nil'in de Hadise'nin de uyandırıcı etkisi olduğuna inanıyorum.

Şimdi reklam yüzü olarak Hadise'yi seçmişler. Baştan söyleyeyim bu reklam çok Hadise çıkartır...heheh

Yok lan öyle bir şey. Medyaya özendim bir an işte...ama Hadise peltek olsa bayağı olay çıkardı herhalde (?).

Cuma, Ekim 16, 2009

İlki İle Sonuncusu Arasına 'Ömür' Denir


Filmi izlemeyenleri baştan uyarmak isterim. Yazının bazı yerlerinde "spoiler" diye tanımlanabilecek cümleler mevcuttur. Okuduktan sonra pişman olmayasınız.

Öncelikle bu filmi eminim ki birileri başarısız bulduklarını söylerken, yine birileri "enfes" diye nitelendirecek. Kendimi bu iki çizginin ötesine taşıyarak gitmeye çabaladım Nefes filmine. Çok büyük beklentilerle gitmedim yani. İyi de yapmışım. Bu bakımdan film benim beklentilerimin ne çok üstündeydi ne de çok altında. Müthiş, şahane, bir başyapıt yorumları yapamam. Yahut işte bizim Full Metal Jacket'ımız da budur diyemem ama insanların zamanlarını ayırıp sinemaya gitmelerine değecek türden bir film olmuş derim. Bu gece iyi bir film izledim diye koyacağım kafamı yastığa mesela...

Aslında yukarıda yazdıklarım bir film eleştirisi kabilinden yorumlanamaz belki ama görüşlerimi daha iyi anlatması açısından böyle yazmam gerekiyor. Devam edeyim. Muhtemelen bu filmi askerliğini filmde resmedilen yerlerde yapanlar en çok sevecek olanlar. Zira bugüne kadar yaşadıklarını pek çok kişiye anlattılar ama herkes sadece doğal olarak dinlemekle yetinenebildi. Nefes'te belki %100 gerçeklikle bize oralarda yaşananları resmedemiyor ama en azından hadiseleri rütbelisinden en aşağıya er olan askerine kadar, onların bakış açısıyla yansıtmaya çalışıyor.

Filmin ilk yarısına vurucu bir sahneyle başlamak güzel bir giriş olmuş belki ama film boyunca devamında da benzer kalitede (duygusal açıdan ve gerilim anlamında) sahneler görmek istiyorsunuz ama filmin en harika kısmı herhalde başındaki içtima sahnesi. Diğer sahneler aynı tadı vemriyor. Yüzbaşı rolündeki Mete Horozoğlu "uyursan ölürsün" diye karşısına duran askerleri ve rütbelileri uyandırıp kendine getirmeye çalışırken, aslında seyirciyi de film boyunca genel olarak uyumaması konusunda hazırlıyor. Filmden alacağımız en büyük mesaj da bu zaten. Öyle kritik bir yerde askerlik yapıyorsan, ve tabir-i caizse her an savaşın ortasında kalabileceğin, daha doğrusu her zaman içerisinde olduğun bir savaştaysan, uyursan ölürsün hakikaten. Biz de bu gerçeğe uyanmalıyız.

Nefes filminin kadrosuyla ilgili çok yazı okumuştum. Genelde ciddi film deneyimleri olmayan oyuncuların bu film için seçildiği ve bir rütbeli personel tarafından eğitildiği yazıyordu. Bu çalışmalar gerçekten işe yaramış diyebiliriz. Askerlikten geleli daha 5 ay olmuş, bu bakımdan yorumum kusurlu olmaz herhalde. Öyle çok ciddi falsosu olan bir yanı yoktu filmin. Bir iki istisnahariç.. Onları da sonlara doğru yazarız.

Mete Horozoğlu

Mete Yüzbaşı rolündeki Mete Horozoğlu için söyleyeceğim birkaç cümle var ama önce yönetmen için birkaç kelam edeyim. Levent Semerci'nin ilk uzun metraj çalışması bildiğim kadarıyla. Daha önce klip yönetmenliği yaptığını biliyorum. Oldukça çetrefilli bir konunun filme alınmasına imza atmak önce cesaret ister. Bu konuda hakkını verelim. Geçelim haliyle bir savaş olduğu için onun nasıl aktarıldığına. Şimdi birileri kan var, birileri ölüyor, yok şöyle mermi sesleri abartı falan filan derse bu eleştiriyi saçma bulurum. Yahu nihayetinde bir savaş var orada. Biz sadece aynen filmde dediği gibi tv'de 45 saniyede şehit düşenleri görüp üzülüyor, sonra normale dönüyoruz haliyle ama birileri her gün orada o mermi ve bomba sesleri eşliğinde yaşıyor işte. Buna ister zorla gidiyoruz de, ister namus borcu de, ister kahramanlık de.. ama durum böyle işte. Savaşı, vurulanları, vuranları, ölenleri, yaralananları, ölümden döndürülenleri ve kan görüntülerini..her şeyin dozajı iyi ayarlanmış. Yeter artık bu ne ya?diye başınızı sağa sola çevireceğiniz kan gölü sahneleri yokmisal.. Belki karakol baskını sahnesini uzun bulanlar olacaktır ama dediğim gibi, bizim sadece 45 saniyede tv'de ölenleriyle bildiğimiz olayları bizi de içine katarak böyle anlatabilirlerdi işte. Empatinin böylesi.. Levent Semerci bu filmin ardından gelen eleştiriler arasından makul olanları alır ve yoluna devam ederse başarılı bir yönetmen olma sinyalleri verdiğini söyleyebiliriz. Aksiyon sahneleri gözü çok yormayan ama sadeliğiyle de kaliteyi yansıtabilen türdendi.

İlk başlarda bulutların sıkça kullanılmasını garipsemiştim ama film aktıkça bulutları çok manidar buldum.. Koskoca dağlarda gökyüzüne doğru kafanı kaldırdığında seni anlık alıp başka diyarlara götürebilecek tek şey bulutlar işte.. İster memleketine, ister sevdiğinin yanına... Gurbette askerlik yapan, nöbette yalnız kalan askerin yarenleridir bulutlar.

Filmin ilk yarısında bazı sahnelerin geçiş hızları biraz beni yorsa da, neyse ki ikinci yarıda bu sorunlu durum ortadan kalkmış.

Birkaç kelam da Yüzbaşı Mete karakterini canlandıran Mete Horozoğlu'na gelsin. Bence filmi almış götürmüş bu oyuncu. Bilmiyorum ben mi abartıyorum ama, hadiseyi genelden alıp özele göre yorumlamama sebep oldu hep. Çok içten oynamış izlenimi verdi bana. Gerçekten iyi hazırlanmış rolüne. Belki de onun film boyunca gösterdiği performans olmasa filmi başka türlü yorumlardım..Bu adamdan bahsetmezsek haksızlık olur. Gerçekten de filmin benim adıma iki önemli noktası vardı. Biri yukarıda değinmeye çalıştığım gibi, orada olanların yaşadıklarını en azından anlamaya çalışmamıza vesile olmamız istiyor film. Empatiye davet ediyor bizi.. Bir de Mete Yüzbaşı'yı izliyoruz. Eşinden hanidir uzak bir adam. Sorumluluğu ve pozisyonu gereği sert olması gereken bir adam ama aynı zamanda sevdiğinin hasretiyle birlikte, en yakın silah arkadaşını bir çatışmada kaybetmeyi bir türlü kabullenememenin verdiği sinir harbi. İnişli çıkışlı bir karakter. Bir yandan askerinin üstüne giden, sevgilisi için o kız başkasına gider imaları eden bir asker arkadaşı kıvamında espriler yaparken, öte yandan hemen iki saniye sonra çatışma öncesi durumun ne olduğuyla ilgili sorgulamalar yapan komutan edasında. Gidip gelen bir karakteri çok iyi canlandırmış Mete Horozoğlu. (Seni buraya en büyük asker bizim asker diye gönderdiler falan filan diye girip, bambaşka cümlelerle çıkıyor Doktor Asteğmen'in kafasından misal, hayli ilignç bir diyalogtu doğrusu)...Bu filmin kusursuz yanı nedir diye sorulsa, kesinlikle Mete Horozoğlu'nu işaret ederim.

götür beni gittiğin yere..

Bir de şunu yazmasam olmaz. Yıllardır hep merak ettiğim bir şeydi. Askerdeyken de bazı arkadaşların başına geldiğinde iyice kabul ettim. Askerde aldatılan adamlar var. Yahut askerde terk edilen. Belki de terk edenin kendince haklı sebepleri vardır ama sanırım bu filmi izlerken, ayrılmadan önce o adamların psikolojisini daha iyi düşünürler artık. Senin sayende rahat uyuyorum değil mi? hı hı? gibi abuk sabuk laflar eden sevgilisine bir şey diyemeyen bir asker var filmde. O an ne demesi beklenir ki ondan? Hiçbir söz neler yaşadığını tam anlatamaz. Bu illa sınırda görev yapmakla alakalı değil. Herhangi bir yer de olabilirdi.. Belki artık kızlar terk edip bırakırken birilerini, iki kere değil otuziki kere düşünür ne diyeyim. Duygusal boşluktayım, beni anla diyen karşı cins, belki de bu filmi izlediğinde, askerde olan erkek arkadaşının duygunun sanki hiç olmadığı sadece boşluğun olduğu o ortamı anlamaya çalışabilirler...

O kadar olumlu şey yazdın. Neyini beğenmedin? diyen olursa. Beğenmemek değil de, sanki işte bu da olsun der gibi koyulan bazı sahneler ve anlamlandıramadığım bazı şeyler vardı. Onları da artık daha az samimi mi buldum diyeyim, ne diyeyim bilemedim. Kısaca geçeyim o sahneleri de.. Filmin bir sahnesinde Doktor Asteğmen ile Yüzbaşı'nın çatışması çok yapay geldi. Filmdeki savaş asker-terörist değil de arkadaşını şehit veren komutan ile sevdiği kızı yaralayan ve ele geçiren komutana posta koymaya çabalayan doktor kod adlı terörist arasında gibiydi. Olay bayağı bir özele inmiş yani. Bunun sebebi de son zamanlardaki devlet politikasıyla alakalı olabilir (malum açılım meselesi). Bu insana ister istemez, acaba senaryoya sonradan başka şeyler mi eklendi sorusunu sorduruyor. Yine bu bağlamda seni öldürmeye çalışan, karakolunu basan ama daha sonra yerde yaralı yatarken son bir hamleyle seni öldürmeye çalışan teröristi fark edip silahı ona doğrulttuğun halde vazgeçip vurmamak bir erdemdir belki ama o hareket nedense pek sahici gelmedi. Adam öldürme meraklısı değilim de, askerin o psikolojik otramda sağduyusunu koruyabilmesi garip yani. Verilmek istenen mesajı kaptık ama. Orası ayrı (Türk askeri merhametlidir). Keza yine terörist başıyla komutanın telsiz çevrimlerindeki diyaloglarının siyasi tartışmaya dönüyor gibi olması da garipti. Ha, bu dediklerimi beğenenler de olmuştur ama ben takıldım. Son olarak askerden yeni gelmiş adamız dedik ya, içtimada "Bandırma" diyen tekmil verilir mi ulan? Askerlik yapanlar anlar ne demek istediğimi. İline göre tekmil verirsin. Adamın götünden şırıngayla kan alırlar lan Kamil! Hem de Yüzbaşı bütün bölüğü karşısına almış fırçalarken yapıyorsun bunu... Orası da küçük gözüken ama hatalı bir sahneydi.


Uzun lafın kısası, yazıyı hala buraya kadar okuyanlar varsa eğer, derim ki bence bu film bizim Full Metal Jacket'ımız değildir, öyle bir iddiası da yoktur herhalde. Ama gidip izlenilesi, vakit ayırılası bir filmdir. Filmdeki görüntü, ses ve müzik uyumunun beklentimin ötesinde olduğunu itiraf etmeliyim. Olayı da elinden geldiğince iyi anlatmayı becermiş bir film. Enfes, muazzam, ya da izlediğim en iyi Türk filmi falan değil ama özel bir film olarak kalacak aklımda. Bizim film boyunca yaşadığımız gerilimleri orada askerlik yapan ya da yaşayan vatandaşlarımızın attıkları her adımda, aldıkları her nefeste yaşadıklarını hissedebilmemiz, empati yapabilmemiz adına mühim bir filmdir. Tüylerim diken diken oldu, şöyle duygusala bağladım falan demiyorum bakın. Sadece farkında olmamız gerek, tıpkı Yüzbaşı Mete'nin "uyursan ölürsün" diye bağırıp uyandırmaya çalıştığı askerlerin o sözleri duyduğu ilk anlardaki ruh halindeydim filmin başından itibaren. Hala da öyleyim...

İster demokratım de, ister milliyetçi.. İstersen anti-militarist ol.. (ki gerçeği itiraf etmek gerekirse, militarize duyguların abartılmasını pek sevmeyen biri olarak kendimi bu çizgiye yakın hissedebilirim).. İstersen her neysen adını sen koy.. ama şunu unutma. Asla orada o savaşın içinde olan askerler ve halkın yaşadıklarını hiçbir zaman tam olarak anlayamayacaksın belki de. Fakat anlamak için yine de elinden geleni yap. Bunu fark et!...

***

Filmden akılda kalıcı sözler;

"...Ben de biliyorum böyle bir yere varılamayacağını. Ama senin İstanbul'da, Ankara'da olabilmen için benim yenilmemem gerek. Savaşın haklısı yoktur. Gün gelecek bu da bitecek. Bitmeyen savaş yoktur".

"...yemin ediyorum seni kendi ellerimle vururum, altına da imzamı atarım 'eğitim zayiatı' diye.."

"Aşk büyük şehirlere küçük gelir"

"Nefes..İlki ile sonuncusu arasına ömür denir"

Başlıksız Yazı

 En son 2018'de Fenerbahçe'de bir şeylerin değişeceğine, eski düzenin yok olacağına inanarak bir yazı karalamışım. Ali Koç'tan n...