Misafir Yazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Misafir Yazar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çarşamba, Nisan 24, 2013

Benfica analizi



Temsilcimiz Fenerbahçe'nin rakibi Benfica'yı sizler için mercek altına aldık. Nasıl bir oyun anlayışı benimsediklerinden, dikkat edilmesi gereken oyuncularına, zayıf ve güçlü yönlerine değineceğiz.

Öncelikle Benfica'nın Portekiz liginde en çok şampiyon olan takım olduğundan bahsetmemiz gerek. Bu sezon da Porto'nun 4 puan önünde lider durumdalar. Teknik direktörleri Jorge Jesus 2009 yılından bu yana takımın başında ve oynattığı hücum futbolu ile Benfica taraftarının desteğini arkasına almış durumda.Genellikle birbirine yakın oynayan teknik kapasitesi yüksek ve çabuk oyunculardan oluşan bir takım yaratan Benfica; kazandığı başarıların yanında Di maria, Witsel, Coentrao, Javi Garcia ve David Luiz gibi dünya yıldızlarını satarak da yakın zamanda önemli bir gelir elde etti. Oyun anlayışını biraz daha açarsak, hücum oyununu seven ve buna uygun genellikle genç oyuncuları tercih ettikleri söylenebilir. Defans hattında oynayan Garay-Luisao stoper ikilisi dışında tüm oyuncular takım hücumuna katkıda bulunuyorlar. Bek oyuncuları Malgarejo(sol bek) ve Almeida(sağ bek) kanat bindirme- lerinde her zaman ceza sahası kenarlarında bulunarak hücum oyununu güçlendiriyorlar. Takımdaki orta alan ve hücum oyuncuları; top kontrolü yüksek, bileklerine hakim, adam eksiltebilen, süratli ve genç oyunculardan kurulu. Ola John(20), Salvio(22), Rodrigo(22) Gaitan(25), ve Andre Gomes(19) gibi genç oyuncular sabit bir bölgede değil orta saha sağ ve sol bölgelerde hatta kenar forvet olarak da oynama kapasitesine sahipler.

Orta sahanın ortasında da oyun özellikleri Manchester United'lı Carrick'e benzetilen Matic oynuyor. Maç esnasında çok dikkat çekmeyen ama yaptığı hamleler ve oyunun yönünü değiştiren-atak başlatan etkili pasları Benfica için önemli bir oyuncu olduğunu gösteriyor. Hava toplarında da uzun boyu ile tehlike yaratabiliyor. Defans bölgesinde genellikle Malgarejo-Garay-Luisao-Almeida dörtlüsü forma giyiyor.Cezası sebebiyle Almeida yerine Maxi Pereira ve tecrübeli kaptan Luisao'nun sakatlığı nedeniyle de stoper mevkinde Garay-Jardel ikilisinin görev yapması bekleniyor.

Önce de belirttiğimiz gibi bek oyuncular orta saha ve ceza alanında sıkça topla buluşup rakip savunmayı zor durumda bırakabiliyorlar. Geliştirdikleri ataklarda da savunma yaptıklarında da birbirlerine yakın ve yerden oynamayı seviyorlar. Ceza sahasında Ola John ve Gaitan verkaçlarla zaman zaman çok etkili olabiliyorlar. İleri uçta oynayan oyuncuların en önemli özellikleri topu soğukkanlı kullanmaları. Fenerbahçe defansının bu konuda dikkat etmesi gerekiyor. Forvet oyuncuları Cardozo, Lima ve Rodrigo son vuruş ve oyunu okuma yönünden etkili oyuncular. Benfica-Newcastle maçında Santon'un geri pasında araya girip golü atan Lima bu konuda ne kadar tehlikeli olduğunu gösterdi. Ayrıca Andre Gomes, Rodrigo, Salvio ve Gaitan uzaktan etkili sutlar atabilen isimler. Gaitan-Cardozo-John ileri üçlüsünün sürekli rakip alanda yaptığı presle topu kazanma tehlikesine karşı yine Fenerbahçe'nin çok dikkatli olması gerekiyor. Zira bu pres sonucu ligde ve avrupada önceki maçlarda çok tehlike yarattılar.

 Benfica çok iyi özelliklere sahip ve gol atma becerisi bu kadar yüksek olmasına rağmen zayıf yönleri de yok değil. Yine Newcastle ve Bordeaux maçlarında da görüldüğü üzere defans arkasına atılan ara toplarda çaresiz kalabiliyorlar. Ancak Fenerbahçe'de Emre'nin yokluğu Alex'in de gönderilmesinden sonra bu tür topları atacak bir oyuncu olmaması Benfica'nın bu zayıf yönünün bir avantaj sağlamayacağını gösteriyor. Portekiz ekibinin bir başka zayıf yönü de, takım olarak birbirlerine yakın oynadıklarından zaman zaman boş alan bırakıp kontra atağa yakalanıyor olmaları. Önceki Newcastle maçında Papis Cisse, Marveux ve Sissoko gibi isimler topu kaptıklarında Benfica defansını çok zorlamış ancak birçok pozisyonu değerlendirememişti. Moussa Sow, Kuyt ve oynarsa Salih Uçan bu konuda Benfica karşısında etkili olabilir. Fenerbahçe'nin Amsterdam yolunda son engel olan Portekiz ekibini ekarte etmesi için her zamanki etkili defansını bir seviye daha artırması John, Salvio ve Gaitan'a karşı çok dikkatli olması gerekiyor. Bunun için de topu mümkün olduğunca kendi ceza sahasından uzak tutmaya önem vermeli. Bu tarihi maçta Fenerbahçe'nin güçlü rakibi karşısında işinin çok zor olduğunu ve özellikle ilk maçta avantajlı bir skor almasını umuyoruz. Son olarak Benfica'nın ve Fenerbahçe'nin muhtemel ilk 11'ini paylaşalım.


 Benfica'nın muhtemel maç kadrosu


Fenerbahçe'nin muhtemel maç kadrosu

misafir yazar: Ferhat Adsız

not: Ferhat'a bu güzel analiz için teşekkürler.


Perşembe, Mart 07, 2013

Fenerbahçe'nin kontraatak sıkıntısı



Fenerbahçe'nin uzun yıllardır kontraatak yapmayı pek beceremediğine dair yorumlar yapılır, yazılar yazılır. Lakin bunun yerine teknik kadroların daha çok set hücumu tercih ettiği bilinen bir gerçek. Peki Fenerbahçe neden kontraatak futbolunu dene(ye)miyor? Kadro yapısı buna müsait değil mi ya da bunu yapmak mı istemiyor? Yahut bu iki seçeneğin dışında bir durum mu mevzubahis?

Konuyu Fenerbahçe'yi iyi takip ettiğini düşündüğüm medyanın ve futbol blog aleminin bazı isimlerine sordum. Sağ olsunlar, onlar da yorumlarını bana gönderdiler. Bir kez daha huzurlarınızda teşekkür ediyorum.

İşte Fenerbahçe'deki kontraatak sorunsalına dair bu isimlerin yaptıkları yorumlar...


Cenk Akın (Goal.com Türkiye): Fenerbahçe rakibi topun arkasına geçmeye zorlayan ve topla oynama üstünlüğünü elinde tutmak isteyen bir takım. Bunun da etkisiyle kontra atak futbolu için rakibin ezberini bozacak bir yapı ve birkaç pasta topu 50 metre koşturabilecek bir durum söz konusu olmuyor. Bunu bir dezavantaj değil bir tercih olarak görüyorum. Tabii sonuç alındığı sürece. Diğer yandan orta sahadaki üç göbek oyuncusunun hücum varyasyonlarında alternatif rollere bürünmemesi atakların gelişim yönünü kısıtlıyor ve takım da buna bağlı olarak kenardan ortaya yayılan bir set hücumu ezberini uygulamak durumunda kalıyor.

Yusuf Kenan Çalık (Trt Spor): 1996'dan beri oyun kimliği bu Fenerbahçe'nin. Sakin paslar, set oyunu, top hakimiyeti. Parreira'nın getirdiği bu sistem bazı sezonlarda sarı lacivertlilere başarı sunsa da, birçok seferinde iyi kapanan takımlara karşı oyun üretmekte zorlandı Fenerbahçe. Bugün Şampiyonlar Ligi 2. turunda Manchester United bile kendi sahasında topu rakibe bırakıp kontratağı tercih ediyorsa, El Clasico'da Jose Mourinho çözümü kontrakta bulduysa bunu yapmakta hiçbir ayıbın olmadığını dile getirmek gerek. Büyük takım kimliği ile sahaya çıkan Fenerbahçe'de topun özellikle Saracoğlu'nda rakibe bırakılması tribünlerden tepki görür. Belki de kontratağın tercih edilmemesinin önemli etkenlerinden biri de budur. Taktik yapının seyirci baskısına boyun eğmeyeceğine inansam da, Aykut Hoca'nın top hakimiyetini rakibe bırakacağını sanmıyorum. Peki istese de neden hızlı çıkamıyor Fenerbahçe. Bunun birinci nedeni, hızlı çıkabilecek oyuncuların hiçbirinden verim alınamaması. Stoch ve Krasiç'in durumları ortada. Dikine oynayabilen Caner çok fazla forma şansı bulamıyor. Orta sahanın ortasında Emre, Baroni, Meireles ve Topal gibi isimler ayağında topla hızlı bir şekilde mesafe kat edebilen isimler değil. Fenerbahçe rakibini eksik yakalasa da, hızlı hücum etme şansı sadece Moussa Sow'dan geçiyor. Senegalli forvet top ayağında hem oyuncu eksiltebilen hem de hızlı gidebilen tek oyuncu. Oyuncu ve kadro yapısı açısından Fenerbahçe'nin kontratak futboluna uygun bir oyuncu kitlesi yok, bu nedenle de genelde set oyununu tercih eden bir takım izliyoruz.

Barış Gerçeker (NtvSpor.net): Fenerbahçe kontraatağa çıkamıyor çünkü takımda topla süratli, gereğinde açık alanda adam eksiltebilecek, orta/uzun mesafe pasları isabetli atabilecek oyuncu eksikliği var. Buna bir de takımın rutin oyun sisteminin ağır ve kısa pasa dayalı olması eklenince, bunu normalde yapabilecek oyuncuların bile refleksleri bozuluyor. Bunu bozmaya yakın iki isim var takımda, biri bildiğimiz özellikleriyle Emre Belözoğlu, diğeri Fenerbahçe formasıyla görememiş olsak da başka takımlardaki zamanlarndan gördüğümüz, duyduğumuz kadarıyla Milos Krasic. Bunlara plase olarak belki Caner Erkin ve Mehmet Topal eklenebilir. Takımın hüviyeti bir ara yalnız santrafor dönemlerinde kontraatak futboluna dönmüştü, bu dönemlerde Kezman ve Güiza'yla oynuyor olmak felaketti. Şimdi takımın oyun önceliği bu değil, üstüne ileri uç adamları da daha kalifiye. Ama maçların içinde ne kadarlık süre kontraatağa elverişli geçiyor, orası karışık. Bu fırsatlar az dahi olsa, elinde Webo ve Sow gibi son adamlar olan bir takımın buna dair planı olmalı, o ayrı konu.

Uğur Kalkan (Target Striker Blog): Hızlı hücum Fenerbahçe'nin genel oyun felsefesinde yok. Biz topa sahip olup rakip sahada hızlı top çevirmek istiyoruz, bu sene birkaç maç hariç bunu da pek yapamadık. Öncelikli hedef topa sahip olmak üzerine belirlenmiş, bundan sonrası rakip sahaya yerleşmek ve hocamızın karakteri gibi akil hücumlar üretmek. Kontraatak yapamıyoruz değil sanki durum, çünkü biz yapmayı bile denemiyoruz.

Altuğ Canıtez (Tirajik Blog):Kontratak yapabilmek için ilk şart, top kapmak… Rakibi hataya zorlayarak topu kazanmak ve hızla çıkarak rakibi cezalandırmak. Önceki senelerde, rakibi hataya zorlayacak fiziki mücadeleden (bire bir temas, pres, alanı daraltıp oyunun boyunu kısaltmak vs.) kaçıyordu Fenerbahçe. Rakibin temposuna aynı şekilde karşılık veremediğinden oyunun hızını düşüren kontrol oyununu tercih ediyordu. Hızlı çıkmak demek, kendi takımını da hataya sürükleyecek hatalara imkan vermek demek neticede. Bu sene gelenler / gidenler, bir kısmı bilinçli, bir kısmı şartların sürüklediği kadro değişimleri ile oyunun hızını arttırmaya çalışan, fiziki mücadeleden kaçmayan (ya da teknik direktörü tarafından buna zorlanan) bir takım var. Yani ilk şartı yani top kapmayı, rakibi hataya zorlamayı beceriyorlar. İkinci şart, kapılan topu hızla ve etkili kullanabilmek… Özellikle Emre'nin katılımından sonra bu noktada da eksiklerini onardı Fenerbahçe. İdeali hala yakalamış değil ama kabul edilebilir seviyede. Üçüncü şart, kontratağı sonlandırabilmek… İşte bu noktada sıkıntı devam ediyor… Takımın oyuncu profilindeki değişimin bir yansıması olarak, o son pası atacak, doğru tercih yapacak, yüzdeli bitirecek oyuncu grubunda eksiklikler var. Ama bütün suçu futbolculara atmamak gerekiyor… Konuyu futbolcular yetersiz diye bitirirsek teknik direktörlerin rolünü inkar etmiş oluruz. Takımda o son topu bir türlü doğru adama aktaramayan ya da takım hızlı çıkarken yanlış yerlere koşu yapan oyuncular olabilir. O halde bu arızaları çalışarak gidermek gerekiyor… Topun hangi pozisyonlarda kazanıldığına ve kimle buluştuğuna göre hücum şablonları oluşturmak, koşu alanlarını ve pas tercihlerini belirlemek bunları oyunculara ezberletmek ve herşeyden önemlisi kontratak isteğini / önceliğini futbolcuların kafasına kazımak gibi… Bu çalışmaların yapılıp yapılmadığını bilecek durumda değiliz… Belki de çalışılıyordur… Görünen; şimdilik sahaya yansımalarında sıkıntılar var… Takımın son 8 senedeki organizatörü, her atakta topun mutlaka ayağına temas ettiği Alex'in ayrılmış olması, ortasaha oyuncularının her sene değişmesi, hucüm ve kanatlarda 2 sene üst üste aynı grupla çalışamamış olmak da "çalışmaların sahaya yansıması" konusunda gözardı edilmemesi gereken etkenler…

 Bir de dip not : Bu sene özelinde hep ilk golleri yiyen takım olduğumuz gerçeği var… Maçların büyük çoğunluğunda kontratak futboluna uygun şartlar oluşmadı… Ve maçların yarısına yakın kısmında ilk golü yiyen takımın, kontratağa çıkamamak dışında çözmesi gereken daha büyük sorunları var demektir.

Salı, Temmuz 19, 2011

''Anlat Bakalım, Neden Buradasın?''


Onlar ki Dunyanin Son Umudu, Soylari Tukenmeyen Birer Sahindirler…

Halden anlayan, babacan tavirlariyla samimiyeti gozlerinden okunan hakim sordu :
- Anlat bakalim. Neden buradasin?

Saskinlik icinde, sorunun muhattabinin kendisi olup olmadigindan emin olmadigi her halinden belli kisi, isaret parmagiyla kendini gosterip, “Ben mi?” dedi. Onayladi basiyla hakim. Ekledi, “Neden burdasin?” “Siz daha iyi bilirsiniz “ demeye yeltendi. Sonra mahmekeye saygisizlik addedilir diyerek yuttu. Zaten bu sicakta cekmisti lacileri, kravati…

Iyi hal ya…Kafasinda kisaca bir muhakeme yapti. Bugun burada olmasinin sebebi cok eski yillara dayanmaktaydi. Mahkemenin cok vaktini almaktan cekindi. Ama en iyi politika durustluktur diyip basladi sozlerine.

- Cok eskilere dayanir aslinda hakim bey bugun burada olmamin sebebi. Bilmem ki zamanimiz yeter mi?

Hakim, eliyle devam etmesini isaret eden bir jest yapti. Ve basladi seruvenini anlatmaya…

“ Dogdugum mahalle-semt itibariyle Allaha sukur Fenerbahceliyiz. Sonradan olma degil haaa. Yanlis olmasin. Dogustan anlayacaginiz. Semtimizde dogunca ve Fenerbahceli aileye sahip olunca biz de her akli selim sahibi gibi dogru yolu tutmusuz. Ama sanssizligimiz yurtdisina uzun sureli cikisimizla olmus. Biz hep posterlerle buyuduk o yuzden hakim bey.

Ses dergisinin posterlerini animsar misiniz ? Yok Fatma Girik’in posterlerinden bahsetmiyorum. Sampiyon olan takimin posterlerinden bahsediyorum. Posterlerin altinda hani oturanlar, ayaktakiler yazardi. Oradan daldik biz bu islere.

Uzun favorili, sortlu adamlarin isimlerini o zaman kazimaya basladik zihnimize. Posterlerde poz verenler once toprak sahalarda, sonra zumrut yesili cimenlerde duruyorlardi. Poz verenler degisiyor, formanin reklami degisiyor ama o kutsal forma hep ayniydi. Sanirim kalbimize ilk sevda tohumlari o posterlerle atildi. Arada poz verenleri staddan gormek sansim da olmadi degil.

Mahseri kalabaliklarin onunde bir o yana bir bu yana top pesinde kosadursun onlar, ben bir gozle onlara bir gozle de bol soganli kofte-ekmegime bakiyordum. Turist Omer misali geldigim ulkeme ve stadimiza asinaydim. Ama dedim ya, biraz turist omer kivamindaydi bu ziyaretler…

Yasadigim ulkede futbol populer bir spor dali degildi. Buz hockey basta olmak uzere, celik-comak bozmasi baseball ile ilgilenmek durumundaydim. Ulkeye kesin donusumuzde futbola kanadali kalmadiysam sebebi babamdir. O ogretti topa sag ve sol ayakla vurmayi. Arada okuldan izin alip geldigimiz mayis tatillerinde kofte-ekmege daha az ilgi gosterip oyuna konsantre olmayi ogrendim. Kimse ogretmedi hakim bey.

Ne zaman cokulecegini, ne zaman senden uzun adamin sagindan yahut solundan pozsiyonu kacirmadan herseyi gorebilecegin refleksleri ben o gunlerde farkinda olmadan ogreniyormusum meger. Bir nevi okul gibiydi. Bir saniye uyusan golu goremezdin. Devamli uyanik olmak mecburiyetindeydin. Eh, Istanbul cocugu biraz uyanik olur derler ovunmek gibi olmasin. Daha maca gidipte golu goremeden gelmisligim yoktur, sukur.

O donemlerde peder beyle maclara giderdik. Acik konusayim, biraz sıkıcı olurdu. Insanoglu iste, nankordur. Bir sene evvel saat farkinin 7 oldugu ulkede kiminle olursa olsun da maca gideyim diye dua ederken, boyle findik ciktigi kabugu begenmez misali bir nankorluk de sanirim sadece bana mahsus degil.

Zamanla kendimiz gelip gitmeye de basladik. Stadda bagirdik, kufrettik, kavga ettik, catistik, sevindik, agladik, hem de bazen hickira hickira. Sonra zafer sarhosu olduk ayiptir soylemesi hakim bey. En guzel dostluklari kurduk. Guzel zamanlardi.

- Iyi de evladim cok gerilere gittin. Ne isin var o kadar eskilerde ? Konuya gel.

Ama hakim bey, bunlari anlatmadan bugun icinde oldugum durumu izaha kabil degilim. Musadenizle devam edeyim.

Efendim, ne diyorduk ? Heh, guzel zamanlardi dedim ya. Aslinda bakinca ortalama 2-3 sezonda bir basari kazanirdik. Buna da sukur, zira 14-15 sene bekleyeni vardi o sevinci. Sonra bir donem geldi ki sormayin. Bizimle dalga gecmek modaydi. Gecmeyenin kahvede selami alinmaz hale gelmisti. Icleniyorduk tabii bu duruma. Ama elden bir sey gelmiyordu zira sahaya mudahale etme sansimiz yoktu.

O donem kotu bir donemdi bizim adimiza. Her seferinde yeni yonetim geliyor, buyuk vaadlerde bulunuyor bizleri inandiriyordu. Her seferinde “bu sefer olacak” diye inaniyorduk. Olmuyordu. Daha ilk maclarda sapir sapir dokuluyor ve lige havlu atiyorduk. O yillarda hep ezeli iki rakibimizin adi bas sayfalardaydi. Aliskin degildik bizler buna.

Sonra nihayet arzuladigimiz basariyi yakaladik. Pek arkasi gelmedi ama olsun. En uzun bekleyisimiz sona ermisti. Fezadaydik mutluluktan. Ama akabi yine husran.

Artik arada sampiyon olmaya baslamistik hic degilse. Ama en ezeli rakibimiz ulkede ve avrupada basari kazaniyordu o donemde. Ifrit gunlerdi anlayacaginiz. Yine kulubumuz calkantili gunler yasiyor, kongreler hep olayli oluyordu. En sonunda 1 oy farkla yeni biri geldi hakim bey. Eski sube sorumlularindandi kendisi. Aslinda rakibinin kafasina Ali Sen o kadehi koymasaydi bugun ben karsinizda olur muydum bilinmez… Neyse, olan oldu.

Yeni hocalar, oyuncular vs derken bu donemde de hayli iddialiydik. Ama olmadi. Facia niteliginde skorlar alindi. Hele bir kupadan elenisimiz var ki onu siz de animsarsiniz mutlaka. O gunlerde ezeli rakibimizin uzun sureli ve seri sampiyonluklari geldi. Turkiye’de ve avrupada. Biz pek oyle “Turk takimidir, kazansin tabii” diyenlerden olmadigimizdan sevinmek ne demek, cileden cikiyorduk.

Sonra yavas yavas bir cok spor dalinda basarilar kazanmaya basladik kulup olarak. Sevincin de huznun de en buyugunu yasamaya aliskin oldugumuz icin tam iki sefer son anda bizi kahreden skorlarla karsilastik. Ama ertesi sezon basinda yine yerimizi aldik stadda hakim bey.

Yine oyle yaptigimiz bir sezonda bir aralar epeyi gerilere dustuk. Sonra arka arkaya galip gelmeye basladik. En ezeli rakiplerimizi geriden gelip sahalarinda yendik. Diger bir rakibimizle son duzluge birlikte girdik ve burun farkiyla galip ciktik. Ya da biz oyle sandik…

Daha zafer sarhoslugumuz gecmeden bir takim haberler duymaya basladik. Saibe… Sike… Ihbar…Saglam bilgi…Fotograflar…Kasetler…Ortalik tozduman oldu adeta. Hepimiz sorduk kendimize “Acaba???” diye. Inanmak istemedik. “Yok canim” dedik. Kimimiz reddetti, kimimiz kabullendi. Ama hepimiz varsa bir saibe ciksin ortaya dedik. Surunerek yasamaktansa olmek yegdir dedik. Degil alt lige, gerekirse amatore duselim dedik. San, sohret, zafer icin degil gozyasi, kader birligi icin sevdik dedik. Tribunden sevdik dedik. Yaptik mi denilenleri ? Valla ben yapmadim. O yuzden sorunun yanitini ben size veremem..

Onu sizin degerli meslektaslariniz ortaya cikartacaklar. Bagimsiz yargiya ben mudahale edemem. Umarim kimse de etmemistir ! Ama birinin hakkini yediysek, saniye tereddut etmem. Gozumu bile kirpmam. En agir sekilde benim vicdanimda cezalandirilir bunu yapanlar. Ve elbette bizler de bu cezaya raziyiz hakim bey. Denilenler dogruysa cekelim cezamizi. Boynumuz kildan ince. Ama once bekleyelim hele. Bakalim neler denecek, neler olacak.

Ama beni bugun karsiniza getiren sey yurumek hakim bey. Yurudum sadece. Ne birinin canina kast ettim. Ne malina… Kimse icin yurumedim hakim bey. Kendi irademle ve takimim icin yurudum. Renk askina, asiklarla yurudum. Amacim ne yargi surecine mudahale etmekti, ne kimseyi etki altina almak. O gorevi basin kuruluslarina devrettim hakim bey. Ben sadece omuzdaslarimla bu kulubun gercek sahiplerini gostermek istedigim icin yurudum. Kimseye bir zararim da dokunmadi yurudugum icin.

Bu kulubun gercek sahipleri son 5 yildir horlananlar, otekilestirilenlerdir hakim bey. Bizleriz yani. Koluna bileklik takilan, diger renkdaslariyla aralarina set cekilenler yani. Ise gelince 12 inci adam, ise gelince tukaka yani hakim bey. En kotu gunde, en kotu kosullarda her zaman orada olanlar bugun benim sahsimda sizin karsinizda hakim bey.

Ben kimsenin adami olmadim hayatim boyunca hakim bey. Bir kurus menfaat saglamadim kendim veya cevrem adina. Bugunku gibi hic suclanmadim hakim bey. Ben sadece Fenerbahceme olan askimi dillendirmek icin yurudum. Bunda bir suc unsuru varsa da cezama raziyim.”

- Sanigin beraatine…. Sonraki dava….

Misafir yazar: Ercan EREL (Canadian)

Salı, Mayıs 03, 2011

Babasının kızından : ''Severiz şaşırtmayı''

Fenerbahçe taraftarı, sever herkesi şaşırtmayı.

Yaptığımız koreografilerle her hafta gösteriyoruz bunu.

Cumartesi oldu. Heyecanlıyım yine, koreografiye gideceğim. Babam götürecek mi acaba diye düşünüyorum. YGS kötü geçmiş, her güne 1-0 geriden başlıyorum zaten. 'Sen otur ders çalış.' diyebilir ne de olsa. Bir de dersaneye gitmedim o gün, oldu 2-0.

Oturdum ders çalışmaya, durumu kurtarmak için.

Hiç Fenerbahçe için ders çalıştınız mı? Ya da sınavınızın olduğu gün çalışmayı bırakıp maça gidip gece sabahlara kadar ders çalışıp uykusuz kaldınız mı? Ben yaptım işte.

Saat 3 oldu, kapattım kitapları. E hadi baba dedim, gidelim.

Düştük yine yollarına.

Geciktik biraz. Vardık stada. İçeriye girdik. Hava günlük güneşlik. Baktıkça büyülendim. İster istemez yüzümde tebessüm oldu.

Sanki uzun zamandır görme hayali kurmuş, ilk defa görüyormuş gibi bakıyordum stada; aşkla, hayranlıkla.

Çıktım tribüne, ikişerli gruplar halinde çalışmaya başladık. Biri karton ve bildiriyi tutarken, diğeri bantladı. Birkaç kişide koreografi fotoğrafı vardı, yönlendirdi bizi.

Saatler geçti. İndik, çıktık merdivenlerden, karton kesti elimizi, acıktık, susadık bazen. Yorulduk, midemiz bulandı hatta bant koparmaktan.

Önceden utanır, sıkılırdım; kimseyi tanımıyorum diye. Ama bu sefer öyle olmadı. Senelerdir aynı evi -mabedi- paylaşmış olmanın verdiği samimiyettendi bu sanırım.

Besteler söyledik, güldük, eğlendik.

1-2 saate biter diye düşünürken 6 saat oldu. Karşı tribüne geçtim, baktım şöyle bir. Gülümsedim yine, şükrettim Fenerbahçe'liyim diye. Stad hazırdı artık, maç saatini beklemeye başladık.

Ertesi gün oldu, maç başlamak üzere. Kartonlar kalktı havaya. Şaşırttık yine herkesi. Gururla bakıyordu herkes ekrana, kartonlar havada, büyük bir iş yapmanın vermiş olduğu gurur ve mutluluk...

Ve ilk yarı gelen iki gol, kaçan goller, oyuncularımızdaki hırs, şampiyonluğa inanan yüzler, avaz avaz bağırılan, haykırılan o anlar...

Şampiyonluğa bir adım daha...

Maç bitiminde herkesin derin bir nefes alıp 'ohh' demesi, yüzlerdeki 'şampiyonluk inancı'...

Eve gidip başımı yastığa koyduğumda birkez daha anladım ki 'Fenerbahçeli olmanın gururu bizlere yeter'...

Emeği geçen herkese teşekkürler...

misafir yazar: Kübra Gürsel

not: Grup CK Facebook sayfasından alıntıdır.

Salı, Şubat 15, 2011

Biricik Sevgilim


Immo Guitti Kadıköy'den bildiriyor.

Sevgililer günü... Tüketme kültürünün en büyük öznesi insan böylesi günde yine tüketime kaptırıyor kendini. Bir yanda da yılın diğer günlerinde kapitalizmin kölesi olan ama günü muhalif geçirmek isteyen bir başka insan. İki olguya da özne olmayı reddediyorum. Küçüklükten bu yana hayatımda vazgeçilmez kıldığım ender şeylerden biri Fenerbahçe ile buluşmaya gidiyorum. Yıllardır bu garip güne denk gelen maçlardan biri için soluğu Kadıköy'ün sokaklarında aldığımda şampiyonluğa inanan silüetler biraz daha kıpırdatmaya yetiyor içimi...

Sergen'in birkaç yıl öncesine ait sözünü fısıldıyor arkadaşım kulağıma: “Nasıl oluyor da böylesine inanabiliyorlar insanlar galibiyete...” Galatasaray'la oynadığımız daha birinci dakikada gol yediğimiz maçı hatırlatıyor bana. İnsanlar, diyor. “İnanıyorlar...” Tedirginliğimi alıyor bu cümleler. İnanıyorduk. Camia olarak. İnanmasaydık Trabzon maçıyla birlikte kenetlenmezdik, bu kadar. Futbolcular çıkmazdı sahaya ellerindeki “bitmez tükenmez aşkımız” pankartlarıyla. En güzel çiçekleri sunmazdılar tribünlere...


Büfelerin önünü sarmış insanlar, az ileride “sevgililere” gül satan ablalar, kulakların pasını alan tezahüratlar. Bir yabancıymışcasına dikizliyorum etrafı. Duramayacak kadar yorgunduk ama bir o kadar da heyecanlıydık, sıra ilerlerken. Sevgilileri görüyorum tribünlerin içinde. Aklıma televizyon ekranları geliyor. Kesin bunları arıyorlardır göstermek için, diyorum kendi kendime. İnsanlar ekran başında böylesi görüntüler izlemeliydi. Kameranın önü her zaman temiz olmalıydı. Sevgililer Günü de olsa burada olmaktan başka çarem yok. Sürekli olarak gidip geldiğim, sevindiğim, üzüldüğüm bu tribünde olmaktan başka çarem yok. Kimsem yok, Fenerbahçe'nin yanına koyabilecek. Olsaydı bağıramazdım elli bin kişinin arasında “Fenerbahçem benim... Biricik sevgilim...” diye. Hissetmeseydim, susardım.

Mustafa Denizli'nin bana armağanıdır, maçı öncesinde oynamak. Santra öncesi tüm duygumuzla bağırırken bir yandan maçı oynuyordum kafamda. Bazen güvenebiliyordum kendime. Galatasaray'ı 4-0 yendiğimiz maçta ilk 20 dakikada 2-0 öne geçeceğimizi tüm tribüne yaymıştım. Anlam verememişlerdi ama 2-0 olduğunda koca bir tribün üzerimdeydi sevinçten. Aslında bu benim ilginç görüşüm. Her maçta erken gol atarız diye düşünürüm. Yine öyle oldu. Gol atacağımızı biliyordum, erkenden. Attık zira. O ara gösterilen ruh ve hırs bütün yorgunluğu alıp götürüyordu. O an oradaki elli bin kişinin hiçbir derdi yoktu. Bütün tasalar unutulmuştu, doksan dakika boyunca da hatırlanmayacaktı. Ayağıyla değil yüreğiyle oynayanları gördükçe bir kez daha inanıyordum, şampiyonluğa. İhtiyacımız var buna...


Yanımdaki arkadaşım hatırlatıyordu, Lugano'nun 3 sarı kartta olduğunu. İşte o andan itibaren gözlerim hep ona takılıyordu. O, olmalıydı gelecek haftaki mücadelede. Düşüncelerle beynimi kemirirken Lugano kafayı çakmaya geliyordu. Koşuşu habercisiydi golün. Goller ikilendiğinde biraz daha rahatlıyordum. O ara yükselen “Fener gol, gol, gol... Şampiyonluk geliyor” tezahüratları klasik koşullanmaya sürüklüyordu beni. Aklıma kötü şeyler getiriyordu ama bizim çocuklar bu kez daha kuvvetli inanıyor, söküp alacağına takımın. Gerekirse tribün sahaya iniyor artık. Geleneksel tribünden daha agresif tribüne bir geçiş yaşadık son haftalarda. Belki de olması gerekeni yapıyorduk. Artık tribünlerden kulakları sağır eden sesler, futbolculara yönelikti. Sırayla herkesin sesi duyuluyordu. Alex'le başlayan Kocaman'la biten kişisel tezahüratlarda futbolcuları düşünüyordum, tek tek. Alex, diyordum kendi kendime. İleride yaşça küçüklere anlatacağımız adam. Gökhan Gönül... “Avrupa'da oynama hayalim yok, hayalim burasıydı” diyen futbolcu. Son haftalarda müthiş gelişme gösteren Mehmet Topuz... Adeta kabul ettirmişti kendini. Selçuk... Bu takımın adamı Selçuk. Kanat oynayamayan, bu yüzden hataları artan Niang... Gelirken, “Fenerbahçe'yi şampiyon yapmaya geliyorum” diyen adam. Bir zamanlar benim de hayalimdi, bu sözleri söyleyen kişi olmak...

Maç bittiğinde köfte kokularının Kadıköy'ü sardığı, sigara dumanlarının altında insanların “şampiyonluk” yorumları yaptığı her biri Rıdvan Dilmen olan güzel Fenerbahçeli insanlarla birlikte yürüyordum... Bir kez daha buradan mutlu ayrılmanın verdiği tebessümle. Yarınki mesaiyi düşünmeden... Aşıktık hepimiz. Hiçbir zaman olmadığı ve olamayacağı kadar...

misafir yazar: Immo Guitti

Cuma, Mayıs 21, 2010

Ben Fenerbahçemi İstiyorum

12 senelik Aziz Yıldırım iktidarı döneminde kazandığımız ve kaybettiğimiz birçok şey oldu. Sportif başarısızlıkların başarılardan daha fazla olduğu bir dönem yaşattığı (kazanılan kupa/kazanmak için yarışılan kupa) oranına bakıldığında açıkça ortaya çıkmaktadır. Ancak benim eleştireceğim bu sportif başarısızlıklardan ziyade benim için daha önemli olan başka konulardır. Aziz Yıldırım döneminde kişi olarak yaşadığım üzüntüleri emin ol 90’lı yıllarda 5.’likler 6.’lıklar alırken yaşamamıştım. O dönem kötü kadrolar kötü yönetimler kötü takımlar vardı ve başarısız oluyorduk. Ancak benim için değerli olan birşey hala yerinde duruyordu; o da insanların önemli bir kısmı tarafından sevilen, Anadolu’da saygı duyulan, gittiği şehirlerde insanlardan kaçırılmayan insanlarla iç içe olan halkın takımı Fenerbahçe idi. Biz yaşanan 12 yıl içerisinde herşeyden önce bunu kaybettik. Kuruluş ilkelerimizi, varolma nedenimizi yitirdik. Evet Aziz Yıldırım stad yaptı Fenerium’ları yaydı, kulübü büyüttü ama bunların hepsini yediğinden içtiğinden feragat ederek kulübüne destek olan bizler sayesinde yaptı.

Ancak zaman içerisinde iş öyle noktaya geldi ki Aziz Yıldırım bunları sadece belli bir zümre ile yaptığını düşünmeye başladı kulübü bu anlamda küçülttü. Bugün kombine kartını alan, Fenerium’lardan alışveriş yapan, kulüp üyesi olan, imkanları ölçüsünde deplasmana gitmeye çalışan bir taraftar profili olarak kulübe belli bir artı değer yaratan 34 yasindaki ben, eğer bunları yapabiliyorsam bunun temelinde çocukluğumda harçlıklarımdan para biriktirerek bugünkü stadın rahatlığını gördükten sonra beğenmediğimiz stadda 7-8 saat bilet kuyruklarında bekleyerek seyrettiğim maçlar neticesinde kazandığım Fenerbahçelilik ruhu yatmaktadır. İşte Aziz Yıldırım önce bunu kaybettirdi bu kulübe. Bugün bir öğrencinin para biriktirip o stada girmesi mümkün mü 66 liralık kale arkası bilet fiyatıyla. Stada gelemeyen çocukları şifreli yayın yapan kanalı seyrettirerek mi Fenerbahçe’li yapacağız? Gelecekte forma, kombine vs. alabilecek, kayıtsız şartsız kulübüne destek olacak taraftarları bize öfke kusulan şifresiz kanalları seyrettirerek mi elde edeceğiz? Bilet fiyatları 22 lira olduktan sonra tekrar sampiyonluk potasına girmiş olmamız da bu zihniyetin yanlışlığını gösteren ufak ayrıntıdır.

Renkdaşlarımızla kavga eden F.Akyel, uğrunda birçok fedakarlık yaptığım Kulübüme, Beşiktaş taraftarı ile birlikte küfür eden Tümer Metin’e, karaktersizliği konusunda hemen herkesin hem fikir olduğu Emre Belözoğlu’na, Sporellerin, Lefter’lerin, Can Bartu’ların, Rıdvan Dilmen’lerin formasını giydirmek bu kulübe yapılmış en büyük ihanetlerden biridir.

Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Atatürk ilkelerine bağlılıktan bahsederken nasıl bir anlayışa hizmet ettiği belli olan bir sermaye grubunu Fenerbahçe erkek basketbol takımı aracılığıyla sadece daha çok başarı gelecek diye bu kulüple özdeşleştirmek ise içime sindiremediğim bir başka konudur. Genel Kurul salonunda kürsüden bunu eleştiren bir bayan üyeye Yüksek Divan Kurulu Başkanı’nın sözlü hakaret ve fiili saldırıda bulunması Atatürk’ün izinde olduğu söylenen kulübümün gittiği noktayı açıkça ortaya koymaktadır.

Aziz Yıldırım her şeyi ben bilirim her şeyi ben yaparım havasında eleştiriye tahammülü olmayan tavırları ie yarattığı korku imparatorluğunda yanına aldığı 2-3 kişi ile Fenerbahçemi Fenerbahçe olmaktan çıkarmaktadır. Yönetim Kurulları sadece göstermelik olarak oradalar. Yapıcı eleştirileri dahi başkana iletmek yönetim kurulu üyeleri için maalesef büyük bir korku haline gelmiştir. Kulüp içerisinde yarattığı bu havayı dışarıda da yaratmaya çalışan Aziz Yıldırım, kulübün bir nefret merkezi haline gelmesine neden olmuştur. Gün geçtikçe bütçe olarak büyüyoruz ama kulüp olarak küçülüyoruz. Bu nefreti kendi aramızdaki konuşmalarda dahi, biz zenginleşiyoruz o yüzden insanlar bizi kıskanıyor ile açıklayarak aslında gerçeklerden uzaklaşıyoruz. Ayrılan hemen her futbolcumuz ve birçok yöneticimiz ile problemli ayrılıyoruz. Ve bütün suçu bizler hep bu giden futbolculara, yöneticilere atıyoruz. Şu anda başkanın kurmuş olduğu bir sanal dünya var ve biz orada yaşıyoruz.

Futbol takımına gelince. Yıllardır bizi dünya kulübü oluyoruz palavrasıyla yöneten Sayın Aziz Yıldırım’a şunları sormak istiyorum

1) Her sene son anda transfer yapmak mı dünya kulübü olmaktır yoksa planlı programlı transfer yapmak mı?
2) Bir takımı 2 sene Kezman’a 2 sene Guiza’ya mahkum ederek 4 sene forvetsiz oynatmak mı dünya kulübü olmaktır?
3) Tuncay, Marco vs futbolcuları menajerleriyle yaşadığın kişisel inatlar yüzünden gönderip, daha büyük maliyetlerle Josico, Maldonado gibi adamları transfer etmek mi dünya kulübü olmaktır?
4) 2006 yılında yaşanan olaydan sonra ardına teneke bağlayarak gönderdiğin teknik direktörü üç sene sonra çok daha iyi şartlarla getirmek mi dünya kulübü olmaktır?
5) 2006 yılında elimizden çalınan şampiyonluğun bedelini o maçın hakemine ödetememek mi dünya kulübü olmaktır? O sene Anelka’nın faul yaparak attığı golün bütün sezon aleyhimize elle atılmış gibi konuşularak medyada kullanılmasını engelleyememek mi dünya kulübü olmaktır?
6) Senelerdir bir türlü çözemediğim amortisman hesabıyla futbolcuları bedava kaçırmak mı dünya kulübü olmaktır?
7) 17 kulüp aleni bir şekilde karşımızda iken Kulüpler Birliği denen yerde onların başkanlığını yapıp kendi kulübünü menfaatlerini ayaklar altına almak mı dünya kulübü başkanlığıdır?
8) Hergün televizyonda derneklerden sorumlu yöneticimiz şu ilde dernek açtı haberi verilirken kupa finali için bir şehri süsleyemeyen, oraya 3-5 bin bayrak ve forma götürerek halkın sevgisini kazanamayan,futbolcusunu halktan kaçıran kulüp mü dünya kulübüdür? Böyle işleri yaparak kulübe birşeyler katmayan, sadece şampiyonluk baloları düzenleyen derneklerin sayısıyla övünmek mi dünya kulübü olmaktır.
9) Ortega, Hooijdonk, Anelka, Carlos, Alex gibi adamları getirip bunları ulusal yayın yapan kanallara çıkarıp Fenerbahçe sempatisi yaratamamak aksine insanlardan kaçırmak mı dünya kulübü olmaktır?

Ben giden şampiyonluklar veya kupalar için değil, Aziz Yıldırım’ın Fenerbahçe’yi Fenerbahçe olmaktan çıkarttığı için başkanlık görevini artık bırakması gerektiğini düşünüyorum. Ondan boşalacak göreve de Aziz Yıldırım’ın artılarını örnek olarak alıp eksilerini ortadan kaldıracak vizyon sahibi birinin gelmesini arzu ediyorum. Şunu da açık olarak belirtmek istiyorum ki eğer Aziz Yıldırım bugün bırakır, kongrede aday olur ve karşısına kendi menfaatleri için kulübün dışında olduğu zaman camiamıza zarar veren Hakan Bilal Kutlualp gibi insanlar veya Şadan Kalkavan gibi vizyonu olmayan insanlar çıkar ise oyum yine Aziz Yıldırımındır. Ancak kulübümüz içerisinde bu saydığım karakterde insanlar dışında çok kaliteli, bu yükü taşıyacak kişiler vardır ve kulübü gelinen bu noktadan alarak arzuladığımız noktalara taşıyacaktır. Aziz Yıldırım’ın böyle bir başarısızlığın ardından gitmesinden çok mutlu olmayacağım ancak zamanında gitmesini bilseydi bugün bu durumda olmayacaktı(k).

Daum için ise söyleyebilecek pek fazla birşey yok bence. Her şeyden önce kendi menfaati için her şeyi yapabilen, kişiliğinden nefret ettiğim bir insan. Teknik direktör olarak ise ligde her zaman ilk üç içerisinde yer alabilecek ama hiçbir zaman keyif vermeyecek takım yaratan, günü kurtarmaya yönelik çalışan bir profili var. Dolayısıyla bizi, hepimizin arzuladığı büyük başarılara ulaştıracak biri asla olamayacaktır. Kapasitesi ve vizyonu buna uygun değildir. Büyük ihtimalle de başkan kendini kurtarmak için yüklü tazminatını ödeyip gönderecektir. Tazminatı aldıktan sonra Daum’un da buna çok üzüleceğini zannetmiyorum. Daum’u savunanları da anlamıyorum. Hele hele 4 yıl çalışılması gerekir, istikrar yakalamamız lazım diyenleri hiç anlamıyorum. Çünkü Daum’la üç yıl daha çalışırsak gideceğimiz maksimum hedef kazanabileceğimiz 1 şampiyonluk belki de 1 Türkiye kupasıdır. Ne bir futbolcu kazanabiliriz ne de Avrupa’da bir başarı. Ayrıca kazanamadığımız yıllarda da 2006 ve 2010 yılında yaşadığımız ağır travmaları yaşamamız büyük olasılıktır. Ancak şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; bu başkana ve yönetim kuruluna hiçbir şekilde güvenim yoktur. Daum’u gönderdiklerini açıkladıktan sonra pazar akşamına kadar kendisiyle devam etmeyi düşündüklerinden dolayı hiçbir hazırlıkları olmadığından ötürü eminim dünya kupası sonrası ondan daha berbatını başımıza musallat edeceklerdir.

Ben olumsuz bir durumda günlerce ortadan kaybolan bir başkan değil, taraftarın göz yaşı sel olurken ona güç verecek bir lider istiyorum. Ben kendisine müdahale edildiğinde para için sesini çıkarmayan, olumsuz bir durumda futbolcusunu suçlayan teknik direktör değil bulunduğu kulübü ve hedeflerini iyi anlayan, sorumlulukları üzerine alan, vizyonu olan bir teknik direktör istiyorum. Ben 3 ay önce Fenerbahçeme küfür edip sonra bu formayı giyenleri değil, bu formadan kopartılınca taksicilik yapan ruhta futbolcuları istiyorum.

Netice olarak ben şampiyonluk, kupa vs.’den önce 1899 yılında temelleri atılan 1907 yılında kurulan, Bağdat Caddesi’nden ibaret olmayan, halkın sevgilisi Fenerbahçemi istiyorum.

Saygılarımla

Özgür Kandil

***

Blogun takipçilerinden Özgür Bey, bu yazıyı e-posta olarak göndermiş. Kendisinden izin alarak bu yazıyı blogda yayımlamak istedim. Sağolsun o da kabul etti. Yazı için kendisine bir kez daha teşekkürler...

Cuma, Kasım 13, 2009

Okul Açık


- Abi aldım biletleri.
+ Hangi tribünden aldın ?
- TT
+ O ne ya?
- Türk Telekom işte.
+ Anladım.

Aslında anlamadık. Sponsorların bayraklarını diktiği endüstriyellik kalesine çoktan mahkum olmuşuz biz. Daha Telsim Tribünü'nü bile sıcak bulmazken aynı yerin adı "Türk Telekom" oluverdi. İşin vahim olan kısmı ise bu ismin hemen dillere de yansıması oldu. Endüstriyelliğin gereği olarak kulübün sponsor alması olağan bir durumdur, peki ya dillerimize sponsor almanın ne gereği var ki..


Yağmur yağarken hiç lunaparka gittiniz mi? Yaz günlerinde cıvıl cıvıl olan oyuncakların yağmurdan dolayı üzerlerinin branda ile örtülüp sessizliğe mahkum edilmesini anımsıyorsunuzdur elbet. Bir zamanlar "Okul Açık" adıyla bile insanı neşe,heyecan ikileminde sarhoş eden tribünün şimdi "Türk Telekom" adını alınca bir şirket soğukluğuna bürünmesinin yağmurdaki lunaparktan hiçbir farkı yok. Puslu,can sıkıcı ..

Asıl can sıkıcı olan ise bu duruma çabuk alışılmış olması,cümleleri süsleyen sponsorluk ürünü öbekleri söylerken hiç rahatsızlık duyulmaması gibi durumlardır. Biliyoruz,artık zor Türk Telekom yerine Okul Açık diyebilmek. Migros yerine Yeni Açık diyebilmek. Fenerium yerine Numaralı diyebilmek. Şirket isimlerinin yanında duran şu 3 tane kavramın göz göre göre satırlarda erimesi üzücü. Sonradan hayatımıza zorla monte edilen,endüstriyel kültürün sporu esir almasından rahatsız olup, bu kültüre karşı olanların bile diline dolanan o 3 tane şirket isminin de gün geçtikçe benimsenmesi,olağan bir olgu kılıfına sokulması da bir başka üzücü etmen.


Başlıktaki kadar geleneksel olmaya da gerek yok. Sadece bir zamanların değerlerine hançeri aniden indirmeyelim. Emin olun ki bu değerleri hala yaşatmaya çalışanlar var. Tıpkı ekrandaki "FBU" ve "FB Acıbadem" yazılarını ortak değerler bütünüyle birlikte "Fenerbahçe" olarak okuyanlar gibi.

"Alışılmış şeylerden kurtulmayı istemek, onları aşağılamak değil, onlarca aldatılmaya boyun eğmemektir". Alan W. Watts


yazan: northside
grupck.com

Cuma, Ekim 23, 2009

Götür Beni Gittiğin Yere


Kuralar çekilirken yalandan da olsa, şöyle yakından bir ülke takımı çıksa da gitsek diyorduk. Bükreş bu anlamda Sofya'dan sonra en rahatıydı ve kurada Steaua Bükreş ile aynı grupta yer aldık. Ve gerçekleşen hayalde ' götür beni gittğin yere' ile tempo tutarak Romanya'ya gidiyorduk.

Grubun en büyük hayallerinden biri olan yurt dışı deplasmanı için önce hayal kurmaya başladık. Biraz zaman geçince ciddiyet binmeye başladı ve pasaport işlemlerini hallettik. Derken vize filan, kendimizi salı akşamı Salı Pazarı'nda bulduk. 3 otobüsteki şanslı kişilerdendik.

16 saat süren gidiş yolculuğumuzda sınırda bizi bekleten Bulgar polisi ve yolumuzu kaybeden şöförümüze bir teşekkür edelim buradan. Tuna nehri üzerinden geçerken 'az kaldı' sesleri artıyordu otobüste. Nitekim 60 km yolumuz kalmıştı. Romanya sınırında arılarla verdiğimiz mücadeleyi başarıyla atlatıp otele doğru hareket ettik.

Bükreş'te yiyecek sıkıntımız çoktu. Yahu bu adamlar ne yiyor ne içiyor anlamadım bir türlü. Türk dönercisi sayesinde karnımızı doyurduk. Yabancılar Türkiye'ye geldiğinde neden yemeklere bayılıyor daha iyi anlıyorsunuz oraya gidince.

İlk günümüz Bükreş sokaklarını gezmekle geçti. Esnaf işi taksilerle otel-centrum kaç sefer yapıldı bilinmez. Bükreş'te hayat, İstanbul kadar canlı değildi. Bazı konuştuğumuz kişiler haftaiçi olmasına verdi bunu. Güzel bir şehir turundan sonra otelde dinlenmeye çekildik.

Perşembe günü önemliydi bizim için. Fenerbahçe nerede biz orada mantığını bir kademe atlatıp Bükreş'teydik çünkü. Otel önünde artan bir kalabalık vardı. Çevre ülkelerden gelen otobüslerle 13 otobüs oldu birden. Zaten İstanbul'da otobüse binerken hayvan gibi tribün olacağı fikirleri vardı herkeste. Önce otel lobisinde başlayan tezahüratlar, otel kapısında devam etti. Otel önündeki halay görülmeye değerdi.

Saat 5 gibi otelden ayrıldık otobüslerle. Herkesin kafasında 3 saat ne yapacağız soruları varken, İstanbul'u aratmayan bir trafikle karşılaştık. Saat 7 civarı anca stadyumda olabildik. Pankartlarımızıhazırladık, İçeri girerken jandarmanın 'Forbidden' uyarısına takıldık. Neden diye sorduğumuzda o da bilmiyordu nedenini sadece emir böyle diyordu. Ne Bükreş taraftarı ne de biz pankart sokabildik içeri. Eğer pankartlar girseydi herşey çok daha güzel olacaktı.

Tribündeki ortam sanki Bursa deplasmanındaymışız gibiydi. Tribündeki koltuklara da değinmek lazım. Heralde gördüğümüz en kötü tribün koltuklarıydı. Sami Yen'deki koltuklar bile bunların yanında çekyat gibi kalır tahminimce. Yerleşmemizin ardından maça tribün olarak iyi başladık. Romen taraftarların gıpta ile bize baktıklarını çıplak gözle görebiliyorduk. Yanan meşaleler bizi iyice coşturdu. Habire mesaj geliyor, 'ses çok sağlam geliyor', 'meşaleler çok fenaydı' gibisinden. Gelen golle iyice gaza geldik. En güzel yurtdışı deplasman tribünlerinden birisiydi. Belki de en sağlamıydı.


Tribünden çıkarken kafalarda 'iyiki gelmişim lan.' düşüncesi hakimdi. Bu da özetliyordu aslında herşeyi. Dönüş yolculuğu gidişe göre daha kısa sürdü.Romanya-Bulgaristan sınırında meşale eşliğinde çekilen halaydan sonra ülkemize doğru yola çıktık. Türkiye'ye girdiğimizde mercimek çorbası sesleri artıyordu. Güzel çorbalardan sonra İstanbul'un yolunu tuttuk. Her şeyiyle güzel bir dir deplasmana gitmenin keyfini yaşıyoruz. Pazar günü görüşmek üzere...





Sensiz ben nefes alamam,

Buralarda hiç duramam,
Tek başıma yalnız kalamam.

Senin kokunu özledim,
Hep yollarını gözledim,
Götür beni gittiğin yere...


yazan: Andreas Wagenhaus
grupck.com

Perşembe, Ekim 15, 2009

Tehlikeli Sözler Yanımıza Geliyor


Küçük ve metal müziğin pek uğramadığı bir şehirde yaşamak, metal için savaşmayı gerektirir. Bırakın o ufak şehrinizi bir de ülkenizi düşünün. O hayranı olduğunuz ve ne renk sıçtıklarına kadar bildiğiniz adamlar, sizin ülkenizi belki haritada bile gösteremeyebilir. Durum böyle olunca, o taptığınız metal grubunun birkaç albümünü sağlıklı bir şekilde elde edebilmek büyük bir başarı sayılır. Komşu ülkelerde yapılan festivallerin sadece haberlerini okuyabilmek, orda olmayı hayal etmek tutkulu biri için sadece acı verici bir olay oluverir.

Fakat artık işler değişiyor, tehlikeli sözler yanımıza geliyor!

Artık bazı gruplar Türkiye’nin ve İstanbul’un yerini çok daha iyi biliyor. Bazılarının hoşlarına giden ve akıllarında kalan mekânlar bile oldu belki de… Gördüler ki Türkiye sadece madeni metal yönünden zengin değil, bu ülkede gerçekten metal var. Buraya ilk gelen gruplar ulaşılmaza duyulan tutkuyu ilk hissedenlerdi. Şimdilerde çoğu baba grup turnelerine İstanbul ayağını da ekliyor. Durum böyle olunca biz küçük şehirlilere düşen de büyük şehirlerin en büyüğü olan İstanbul’un yollarına düşmek oluyor.

-du!

Fakat bazı gruplar artık “bu ülkede sadece İstanbul yok” diyebiliyor. Ne de güzel diyor babalar.

Vatani görevimizi yaptığımız için kaçırdığımız Opeth, sadece İstanbul demedi, Antalya dedi, İzmir dedi, Ankara dedi. Geçmişten örnekler de mevcut elbette. Haggard, Anathema, Amon Amarth gibi babalar da İstanbul dışında konser verebildiler.

En az kendi şehrim kadar sevdiğim İzmir’e çok yakında bir baba daha geliyor; Dark Tranquillity! Hem sadece İzmir değil, İstanbul, Eskişehir, Ankara da Death Metalin müstesna gruplarından birini izleyebilecek. Onlar bize bu kadar yaklaşmışken biz de gitmesek olmaz herhalde. “Türkiye’ye 7 senedir gelmediğimiz için pişmanız” demişlerdi son konserlerinde. Çok yakın bir zamanda olmasa da yine de bekliyorduk onları.

Konser detayları:http://www.darktranq...ylari/#more-165

Bu arada, artık Iron Maiden da gelse hiç fena olmayacak. Dedikodular önümüzdeki yıl gelecekleri yönünde. Bizler beklemedeyiz.

(Flight 666 da belgesel tadında bir konser DVD’si olmuş, bulunup izlenilesi bir şaheser.)

misafir yazar: walkan

Cuma, Eylül 25, 2009

Aziz Medya

“Medya” ve “Gündem” kelimeleri son yıllarda, olması gereken anlamının dışına çıkmaya başladı. Örtbas etme, sindirme ya da yüceltme gibi tarafsızlıktan uzak kelimelerle anılmaya başlandı medya. Bu özelliğiyle medyanın, spor camiasında da önemli bir araç haline geldiği aşikâr. Buna son zamanlardaki en büyük örnek belki de Beşiktaş’ın kazanmış olduğu iki kupanın gündemde sadece birkaç gün kalması ve hemen ardından basit bir transfer dosyası olan Mehmet Topuz transferinin uzun süre gündemi meşgul etmesidir. Birkaç Beşiktaşlı hariç kimse de bizim iki şampiyonluğumuz var, biz geçen senenin en büyüğüydük diyemedi. Herkes ortalama bir oyuncunun yüksek paralara mal olan ve iki büyük kulüp arasında sert bir çekişmeye sahne olan transfere odaklandı.

Bu örnekten sonra asıl gündemimiz olan konuya geçmek istiyorum. Aziz Yıldırım ve medya!
Aziz Yıldırım her zaman medyayı istediği şekilde yönetmesi ve istediği gündemi yaratmasıyla tanınmıştır. Bunun örnekleri çoktur. Fakat Haziran ayında Aziz başkanın medyayı yeterince kullanamadığı bir olay gerçekleşmişti.

PAF Liginde Antalyaspor’un cezalı futbolcu oynatmasından ve olayın kısa sürede çözüme kavuşmamasından kaynaklanan bir sorundu bu. Fenerbahçe averaj ile Antalyaspor’un altında 2.sırada bitirmişti ligi. Fenerbahçe yönetimi bu olaya tepkisini göstermiş, ligin iptalini istemişti. O zamanlar dikkat ettiğim bir nokta vardı ki bu olay sadece birkaç gün, ufak yazılar halinde basında yer aldı. Televizyonda ise neredeyse hiç konuşulmadı. Aziz Yıldırım gibi bir gündemci nasıl oldu da bu olayı istediği şekilde büyütemedi anlamak biraz güç.

Son zamanlarda basketbol camiasından bir doping olayı patlak vermişti. Efes Pilsen’de forma giyen Kerem Gönlüm’ ün doping testleri pozitif çıkmıştı. İşte bu noktada Aziz Yıldırım devreye giriyordu. Çünkü aynı, Antalyaspor olayındaki gibi burada da Fenerbahçe’nin hakkının yenildiği iddia ediliyordu. Doping testini yapıldığı tarih 14.06.2009. Bu tarih Efes Pilsen’in final serisinde 3–2 öne geçtiği tarihtir. Fenerbahçe deplasmanda oynadığı ilk iki maçı kazanmış ve ardından Efes Pilsen inanılmaz bir çıkış ile seride 4–2 öne geçmiş ve şampiyon olmuştu. Doping test sonucunun açıklanması elbette zaman almış, A ve B numuneleri sırayla incelenmişti. Geçen zaman içerisinde sonuç pozitif çıkmıştı. Yani Efes Pilsen dopingli oyuncu oynatarak 2–0 geriye düştüğü seride 4–2 öne geçmişti. Doping olayının yanında, özellikle Fenerbahçe tarafından haksızlık olarak yorumlanan, hakem kararları da bu seri de çok tartışılmıştı.

Bugünlerde Aziz Yıldırım’ın bu olayın üstüne gitmeyen medyayı suçladığı ve kendisinin gideceği haberlerini okuyoruz. Gündem yaratmayı ve meşgul etmeyi çok iyi bilen Aziz Yıldırım bu sefer bu iş için baltasını biledi gibi görünüyor. Şimdilik birkaç hafif iddia ile başlayan bu olayın, yakında final serisinin iptali isteğine kadar gideceğine pek şüphe yok gibi. En azından bu konular konuşulacak. Tabii ki bunların hepsi Aziz Yıldırım’ın ne kadar bu olayın üstüne gideceğine bağlı. Ancak, bizim tanıdığımız Aziz Yıldırım, kazanmasına rağmen oynadığı futbolla sürekli eleştirilen bir takımı varken, basının takım ve taraftarlar üzerindeki olumsuz etkisini yok etmek için bu olayın üzerine gider.

misafir yazar: walkan

***

not: bu yazı bana ait değildir, bu yazı bana ait değildir, bu yazı bana ait değildir... misafir yazar kategorisi altında yayımladığım bazı yazıların ısrarla ben yazmışım gibi yorumlanmasını anlayamadığım için böyle üç defa tekrar etme ihtiyacı hissettim. ve bir eleştiriniz varsa, yazının altında ismini cismini belirttiğimiz kişiye bu eleştiriyi yönelttiğinizi belirtirseniz mutlu olurum. hayır, çok ilginç yorumlar ve e-mailler geliyor. "sizin böyle bir yazı yazmanıza şaşırdım", "klasik uslübünüzün dışına çıkmışsınız" falan diyenler var. halbuki böyle her yazının altına, yazının başkası tarafından yazıldığını belirttiğim bir not düşüyorum, yazanın ismini yahut rumuzunu yazıyorum ama sanırım bazen dikkatten kaçıyor. bu arada yazı için teşekkürler walkan, dedikten sonra;

Ortega'nın notu: Bu hususta Aziz Yıldırım olayın üzerine gitmelidir tabii ki de. O bakımdan yazıda belirtilen bazı noktalara katılmıyorum. Ayrıca medyanın da orası burası oynuyor arkadaş, onlar hakkında istisnalar hariç ne düşündüğümü gayet iyi biliyorsunuz zaten..

Pazartesi, Eylül 21, 2009

Şampiyonluk İstiyorsak

Son iki lig maçı ile birlikte Twente maçının da ardından "acaba" sesleri yükseliyordu tribünden. Ligin ilk üç haftasındaki fırtına şeklinde lige başlayış geride kalmış, tekrar geçen seneki o isteksiz takım ortaya çıkar gibi olmuştu. özellikle Twente maçında bu korkular epey artınca tribünlerde de homurdanmalar yükselmişti. Bugün de İstanbul Belediye karşısında 1-0 galip kapatmamıza rağmen tribünde özellikle Kazım kurban seçildi ve yoğun ıslıklar altında maçtan çıktı.

Peki kasedi geriye sarıp en başa dönersek... Fenerbahçe, yenilenen stadı ile birlikte daha önceleri "bağıran taraftar" olarak görülen insanlar bir anda çağdaş ve modern futbolun istemediği insanlar olarak görüldü. Yükselen bilet fiyatları ile birlikte camia ve basın sürekli "değişen seyirci profili"nden bahseder oldu. Seyirci artık maça müdahale edendi. Bilet fiyatları yükseldikçe özellikle maraton altla başlayan, yeni tribün Fenerium ile devam eden bir "İngilizleştirme" sürecine girdik. Bu insanlar yüksek paralar verdiğinden olsa gerek ne zaman Fenerbahçe kötüye gitse hemen devreye girip iyice kötüye gidilmesi için elinden gelen ne varsa onları yaptı ve yapmaya devam ediyor. Acı gerçek de bu olsa gerek...

Ligin 6. haftasında 6. galibiyetini almış bir takımın kimi futbolcuları ıslıklanıyor. Peki bu ıslık neye göre oluyor, hedefi ve kurbanı nasıl belirliyorlar diye düşündüğümüzde önümüze sunulan medya geliyor hemen akla... Medyada okuduklarını tribüne yansıtma çabaları diye de açıklanabilir.

Oysa ki, 6 haftada 18 puan toplamış bir takımın stadı böyle olmamalıydı. Bilet fiyatları bu kadar yüksek olmamalı, tribünlerdeki o boş koltuklar gözükmemeliydi. Şimdi "şampiyonluk istiyoruz" diye çıktığımız yolda ilk amaç çok para kazanmak mı yoksa çok daha iyi olmak mı bir kez daha düşünme sırası.

Takımın kötü oynadığı bir gerçek. Her daim kötü oynayarak kazanılmayacağı da aşikar iken takımın biraz daha hırslanma sürecine girmesi için tribündekiler olarak elimizde olan tüm gücü kullanmalıyız. Maçın ilk yarısında alkol komasına giren insanların tatsızlıkları tribünün de gidişatına olumsuz yansısa da ikinci yarı saha ile ilgilenmemiz gerektiğini anlamış olduk.

Sırada Antalya deplasmanı var. Kötü de olsak, ligin zirvesinde olduğumuzu unutmayarak kara bulutları üzerimizden atma vaktidir artık. Bu sene şampiyon olmak istiyorsak artık başka Fenerbahçe'nin olmadığını hatırlamamız lazım...

misafir yazar: immo guitti
grupck.com

Salı, Eylül 15, 2009

Hikaye-i Deplase

Pazar sabahına yapılan başlangıç uzun bir zamandan sonra bu denli istek doluydu. Tüm hafta çalışarak hakettiği o haftasonu tatilinin koca bir 24 saatini Fenerbahçe'ye adayacak olanlar bile bu isteği barındırıyorlardı. Eski adı "Brusa" olan eski başkent Bursaydı istikametimiz.

Yorucu ve keyifli bu sürece sahip dükkanın kepenkleri Salı Pazarı'nda açılıyordu ilk olarak. Beklenen o büyük yağış yerine haykırılmayı bekleyen sevda doluydu İstanbul. Gökteki bulutlar saatin erken olmasından dolayı henüz güneşe yenik düşmemişti. Hala İstanbul'un tepesinde o saydamlığıyla yer alıyordu.

Otobüs harekete geçmişti artık. Bu belki de bizim için de başlangıç düdüğüydü. Otobüsün arkasından çıkan nağmeler dalga misali öne doğru ilerlerken ses telleri gitgide zorlanmaya başlamıştı. Feribot belki bir nebze de olsa dinlendirici bir etken olur diye düşünülürken nağmeler Marmara Denizi'nin göbeğinde de haykırılıyordu. Yıpranmış bu ses tellerine feribotun kaptanından ikram olan çaylar büyük bir ilaçtı şüphesiz. Çaylar içildi derin bir uyku çekildi. Sonra Bursa'ya varıldı. Yok yok. Ne uykusu? Buna gerek bile yoktu. Feribottan sonra zaman zaman kahkahalar ile zaman zaman ise tellerin azılı düşmanı olan tezahuratlarla birlikte Bursa'ya varıldı. Bu sürede yağmur damlaları kendisini İstanbul'dan tanıdık gelen o bulutlardan aşağıya doğru bırakıyordu Bursa'da. Polislerin otobüsü aramasından sonra can sıkan o haber geldi. Neredeyse yaklaşık 5 saat kadar Şube Müdürlüğünün tesislerinde bekletilecektik. Yağmurun sahneden çekilip yerini güneşe devretmesiyle birlikte otobüsün içinde kavurucu bir sıcak ortaya çıkmıştı. Otobüste durmak için sadece uyumak gerekiyordu. Dışarısıyla tüm bağlantıyı koparıp sadece uyumak. Bu durumu yapması zor olanlar ise ister istemez tesislerdeki o alana bıraktı kendisini. Acıkanlar,susayanlar,iftarı nerede açacaklarını düşünenler,iddaa kuponlarının akıbetini merak edenler,çeşit çeşit otobüslerle aynı tesise gelenleri karşılayanlar..

5 saate yakın olan o zaman dilimi artık erimişti. Polisin gelişiyle birlikte 2'li grup halinde ayrı ayrı stada hareket edildi. Hareket sırasında okunan ezan, oruç tutanların iftarla ilgili düşündükleri o soru işaretlerini artık iyice belirginleştiriyordu.Keza orucunu hala açamamış olanlar mevcuttu. Stadın etrafından alınan köfte ekmek ile açıldı oruçlar.İçi lokum, dışı ince bir et katmanından ibaret olan bu şekerimsi köfteler bir şekilde mideye ulaştırıldı. İskender diyarında oruçların bu şekilde açılması tabiki beklenen bir durum değildi.

Stada girmeye çalışanlardan gelen tepki dolu bağırışlar artık iyice yükselmeye başlamıştı. Deplasman tribünündeki 2 tane turnike de çalışmıyordu.Evet çalışmıyordu.O 2 kapıda oluşan izdiham artık sinir kat sayılarını fazlasıyla yükseklere çıkartıyordu.Polisin alışıldık o sert tutumu da bunda bir etkendi elbet."Ben ne yapayım?" diyen zihniyetin yansımaları bu izdihamdakilere bir alev olarak geliyordu.Bu sorumsuzluk nedeniyle tam maç saatinde stada giren taraftarların sayısı hiç de az değildi.

Stadın geneline yayılmış olan o kasvetin bizim tribüne girmemesi gerekiyordu.Haykırılmayı bekleyen bu sevdalar artık rahat rahat hareket ediyordu.Beklentileri sonuç bulmuş,ses tellerine tekrardan yorucu anlar yaratmıştı.Devrenin sonuna doğru 3 puanın ikramını doğum günü çocuğu Alex yapıyordu.Bu,gün içinde bir kaptandan gelen 2.ikramdı.Devre arasında açık tribünde yer alan ve yaş ortalaması muhtemelen 17'yi geçmeyen bir kesimin tahrik çabaları kısa süreli olarak, gazetelere yansıyan o "istenmeyen görüntülere" sebep oluyordu.

İkinci yarıda dozajı arttırılan nağmeler ile birlikte 3 puan artık yamaçlarımıza kadar gelmişti.Bitiş düdüğü ile birlikte bu haftalık hedef tahtasının göbeğinde duran o "5te 5" noktasına isabet ettiriyorduk oku.Bitiş düdüğünü çalan adama bu satırlarda yer vermek pek de uygun olmaz.Güzel bir güne ait olan bu hikayede yeri olmayan kötü karakterler de vardır mutlaka.Ancak maç bitiminden dakikalar sonra tek isteği su olan taraftarların önünden bir karton dolusu su ile geçip,su almak isteyenlerden para talep ederek adeta çirkeflik taslayan sucu çocuğa yer vermemek de abes olurdu.

Maç sonunda 45 dakikalık gibi bir bekleme süresini tahminlerde dolaştırırken neredeyse sahura kadar kalınıyordu içerde.Zaman geçtikçe geçiyor ancak stad dışında çıkarılmak gibi bir düşünce yetkililerde yer almıyordu şüphesiz.Pazartesi gününün ilk dakikalarında staddan çıkartılırken "taşlanma" önyargıları ile birlikte otobüse binildi.Neredeyse Bursa çıkışına kadar çoğu ara sokakta bu önyargıları yıkmakla mükellef olan polisler ilginç bir görüntü oluşturuyordu.Yıkılan önyargılarla birlikte sahur da aradan çıksın denilerek Köfteci Yusuf'un yolu tutuldu.Takımın 10 dakika önce mekandan ayrıldığını öğrenmek de tatlı bir hayalkırıklığı oluşturdu.Bu sefer "gerçek" bir köfte yendi.İçi et, dışı et gerçek bir köfteydi.Bu lezzetli köftelerin üzerine içilen çaylardan sonra tekrar otobüse binildi.Gülüşmelerin egemenlik sağladığı bu ortam feribotun Gebze'ye varmasından sonra uyku denilen,huzurlu yok oluşa yenik düşmüştü.Kafalar öne eğildi,göz kapakları birbirleriyle kenetlendi.Gülüşmelerin oluşturduğu tonlamalar bu sefer horultulara hayat veriyordu.

Sabah 5'e doğru, kepenkleri açtığımız Salı Pazarı'na varıyor ve kepenkleri tekrar açmak üzere kapatıyorduk.Lige fire vermeden devam etmenin mutluluğunu,güzel bir deplasman gününün verdiği huzuru ve yaşanılanların oluşturduğu anıları da yanımıza alıp evlerimizin yolunu tutuyorduk..

Bu güzel deplasman hikayesini bitirmeden önce tekrarlayalım; Bu sene şampiyon Fener.Nasıl olacağını sormayın.Gayet iyi biliyorsunuz..
misafir yazar: northside
grupck.com

Bursa'dan Fener Geçti

Sabahın ilk ışıklarında Kadıköy kimsesiz. İş günleri yoğunlugu yok, uzaktan gözüken tribün gruplari CK ile Vamos ve sokak köpekleri... Kimse niye bu kadar erkenden gidiyoruz diye sormuyor birbirine, çünkü senenin ilk deplasesi. Bu kadar erken gitmenin işkencesini sonradan anlayacağız ama şimdi hayat güzel.

Gebze'ye geldigimizde iniyoruz otobüsten, yürüyüşe geçiyoruz. Eskihisar'ın köfte kokuları burnu yakarken feribota dogru çıktığımızda kaptanın Aziz Yıldırım olduğu sonradan açıklanacak ve bir tepsi içinde çay gelecek. Hava hafiften çiselerken Bursa'da çok ıslanacağız mı diye soruyoruz kendimize...


Bursa'ya doğru ilerlerken polisler önce otobüsü sonra bizleri arayarak polis tesislerine götürüyor bizi. Sonra... Sonrası uzun bir bekleyiş. Bol bol polis abilerin tuvaletine işemece, Trabzon maçina göz ucuyla bakmaca. Nasil 6 tane attı lan onlar öyle diye sormaca...

Saatler ilerledikçe 10 küsür otobüs tesislerde... Tribünün ünlü simalari orada. Aslında deplasmanında en güzel tarafı bu değil mi falancanin filancanin orada olmasi. Her şey güzel ama çok beklemesek. Maça giriş oldukça işkenceli. Anlam veremiyorum, kapı niye kapalı? Kimse anlam veremediğinden yandakı koca kapı kırılarak içeri giriliyor.Ayağın üstünde tüm tribünü hissetmek diye buna denir işte...

Maç öncesi Selim kenarda Bursa tribünlerine üçlü çektirecek ve bu da Bursa tribünlerinin çikardığı tek gür ses olacak deseler inanmazdim, çünkü cok daha iyi zamanlarını gördük Bursa'nin ve bu anlamsızlığa anlam arayamadık. Fener tribünün deplasmani meşhurdur, bunu Bursalı bir arkadaş maç sonu cebe bir mesaj göndererek, "Gördüğüm en iyi deplasman tribünüydü" diyerek teyit ediyordu.

Maç sonu klasikleşen makaralar eşliğinde uzunca bir süre bekleyerek yola çıktık tekrar. Bu arada üç puanla eş deger de köfteci Yusuf'un köfteleriydi. Wc'ye girmişken çalışan elemanın "Abi o tuvalete 5 dk önce Alex girdi" demesine çok güldüm, aynı tuvaleti paylaşmak övünç kaynağı olabilir mi onu düşünürken bu gece bir kez daha Alex'in kral oldugunu anladim...

misafir yazar: immo guitti
grupck.com

Salı, Eylül 08, 2009

20 TL

Bursaspor ve Fenerbahçe arasında oynanacak Turkcell Süper Lig müsabakasının bilet fiyatları;

Misafir Tribünü: 20 TL

Sayfayı boşuna yenileyip durmak büyük ihtimal şaşkınlığın bir yansımasıdır. Ama yukarıda okuduklarımız doğru. Bilet fiyatlarına büyük bir hevesle baktığımızda pek de rastlayamazdık bu tarz meblağlara. Neticede bu gözler misafir tribünü kalıbının yanında 3 haneli sayılar da gördü.

Kimisi o deplasman tribününü Fenerbahçe taraftarının dolduracağını bilir, bilet fiyatlarını bu ülkenin şartlarına uygun olmayan şekilde uçuk bir değere getirir. Bu biletler elbet alınır. O "kimisi" bu durumdan memnun bir şekilde kasasını doldurmaya bakar ve dolar işaretindeki göz bebekleri ile etrafa bakmaya devam eder. Kendisi kazanmıştır, ancak taraftarlık bilinçleri körelmeye yüz tutmuştur. Kimisi ise yine o deplasman tribününü Fenerbahçe taraftarının dolduracağını bilir. Ancak meşale ışıltılı gözleriyle oraya gelecek taraftarı düşünür. Kasasının bu maçtan sonra nasıl bir kazanç sağlayacağını o geride bıraktığımız "kimisi" kadar yaşam amacı gibi görmez. Taraftarlık bilinçlerini her zaman keskin tutmaya özen gösterir. İşte bunlardır takdiri, övgüyü hakedenler. Diğerleri ise yerilmeye mahkumdurlar.

Bir insan düşünelim. Kendi yakını onun sendelenmesinden hiç rahatsız olmuyor, ona uzanan çelmelere kendisi de bir ayak uzatıyor. Ama bir başkası geliyor onun önündeki bu engebeli yolu az da olsa açmaya çalışıyor diğer çelmelere aldırmadan. Bu insanın hangisine teşekkür edeceğini tahmin etmek zor değil.

Kendi kulübümüzden göremediğimiz bu taraftar yanlısı politikayı benimseyen Bursaspor yönetimine sonsuz teşekkürler. "Fenerbahçe geliyor bu hafta.Biletleri en az 60'dan satmak lazım" diyen zihniyetlerden gına gelmişken taraftar yanlısı politikalara rastlamak gerçekten sevindirici. Geleceğe dair beslenen ümitlerin erkenden yok olacağı ihtimalini bilsek bile, bu zihniyetlerin gün geçtikçe artmasını temenni ediyoruz.

misafir yazar: northside
grupck.com

Cuma, Ağustos 21, 2009

Düzensizliğin Haykırışı



Gün geçtikçe ağırlığından kaybediyordu.Cüzdanındaki bu hafiflikten hiç hoşlanmıyordu.Ama yapacak bir şeyi yoktu.Ayın başında aldığı düşük maaş 10 gün dayanabiliyor,daha sonra ise hafiflemek için diğer etmenlerin girişimlerini bekliyordu.

Oğluna sözü vardı."Seni Kadıköydeki ilk lig maçına götüreceğim" lafını unutmak istiyordu.Ancak günler birer birer takvimde yok olurken oğlu bunu hep hatırlatıyordu.Canı sıkılıyordu artık.Verdiği çoğu sözü tutmazdı.Ama söz konusu oğlu olunca sınırları zorlamaya çalışırdı.Bu sefer işi çok zordu.

Maç günü gelmişti.Sabah 8de uyandı.3 saatlik düşünceli uykusundan uyanması çok sancılıydı.Cüzdanını masadan aldı.Düne nazaran daha hafifti.İçine baktı.200 Lirası kalmıştı.Biraz ağırlık olsun diye 20 tane 10 Liralık banknotu birbirine kenetlemişti.En azından bu şekilde kendini anlık bir mutluluğa sürüklüyordu.Düşündü.110 Lira demek o yirmi tane banknotun yarısından bir fazlasının bir anda gitmesi demekti.Ay sonuna kadar 90 Lira ile idare edebilir miydi,bilmiyordu.Bunu ödenmemiş faturalara,boş buzdolabına,oğlunun eski ayakkabısına sormak istedi.Gerek duymadı.Alacağı cevap belliydi.

Bilet almaya gidemedi.Sadece oğlu evden çıkmış olduğuna inansın diye pijamalarını çıkartıp günlük kıyafetlerini giydi.Salonda otururken oğlu geldi."Biletleri aldın mı baba?" sorusuna emin bir şekilde "evet" yanıtını verdi.Kahvaltılarını ettiler.Evde biraz zaman geçirdikten sonra çıktılar.



Evleri stada yakın bir yerdeydi.Yürüyerek stada giderken oğluna baktı.Gözlerindeki bu parıltıyı hiç farketmemişti.Belki de bunu ilk kez görüyordu.Emin değildi.Stada doğru attıkları her adım onun yüzüne bir damla ter olarak yansırken çocuğun gözüne bir parıltı olarak ekleniyordu."Baba,Fener'e ne kadar kaldı?" diye sordu çocuk."çok az" dedi.Bir mucize istiyordu.Oğlunun,vazgeçtim lafıydı onu o anda hayata bağlayabilecek şey.

Maça 10 dakika kalmıştı.Stadın önüne geldiklerinde durdular.çocuk heyecanla babasına döndü.Babasının çıkaracağı o 110 Liralık 2 tane bileti görmek istiyordu.Babası kıpırdayamadı.Oğlunun gözlerindeki parıltı kendisine geçmişti.Ama bu parıltı farklıydı.Nemin gerçekleştirdiği parıltıydı bu.Bir şey diyemedi.Anlamıştı oğlu durumu.Sesini çıkartamadı.1 saat kadar oyalandılar Kadıköy'de.Ağızlarından tek bir kelime çıkmadan yürüdüler bilinçsizce.Oğluna verdiği sözü tutamamıştı.Konuşmaya hakkı yoktu kendince.

Evlerine yaklaştıkları anda staddan gol sesi geldi.Bu ses onun kulağına bu düzensizliğin haykırışı olarak geliyordu.Oğluna bakmaya cesareti yoktu.Onun olduğu taraftan bir burun çekme sesi geliyordu sadece."Fener'i ilk ne zaman göreceğim baba?" dedi ufak çocuk.Düzensizliğin haykırışı rol değiştirip bir bıçak olmuştu.Göğsünde bunu hissetmesi hiç de zor değildi.Cevap verebilir miydi,bilmiyordu.Bunu ödenmemiş faturalara,boş buzdolabına,oğlunun eski ayakkabısına sormak istedi.Gerek duymadı.Alacağı cevap belliydi.

misafir yazar: northside
grupck.com

Pazar, Temmuz 19, 2009

İşsizlik Üzerine

Tribün Dergi'den "Refet" yazmış. Bize de paylaşmak düşer (kendisinden izin aldık, onu da söyleyeyim). Malum işsizlik her daim gündemde olan bir mevzu. Refet de işsizlik bahsi üzerine hissettiklerini, ve gözlemlerini madde madde sıralamış. Tespitleri çok hoşuma gitti doğrusu.

***

*Hele evde siz uyumaya hazırlanırken , işe gitmek için kalkan biri varsa...Ve onunla gözgöze gelirseniz. Ya da duymasın diye uyuyor numarası da yapılabilir. Anneler anlar ama çaktırmazlar. Menejer oyanarsınız , dünyalar şampiyosunuzdur , saat 6 olmuştur , millet işe gitmektedir. İçerden kahvaltı kokusu gelir , peder beyin arko kokusu ..
*Şerefsiz Türksel sabahın körü mesaj atar. Yok bilmemne-cell 10 dakkası 0.4 kontür diye. Acaba iş görüşmesi mi diye heyecanlanırsınız.
* Algıda seçicilik heralde , ana haber bültenlerinde hep "işşizlik temalı" haberler çıkar. Gene ana yüreği "bu halimize de şükür" yorumları yapar.
*Anneler iyi niyetlidir ama olmadık işler bulurlar . "Şu banka eleman alıyormuş" . Aranan özelliklerin 4 tanesinden 1 i tutmasına rağmen yine de başvur derler.
* İşsiz olduğunu bilmelerine rağmen , devamlı üzerine gelen , gereksiz espriler yapan , kadın cinsel organı oğulları vardır. "Ooo beyimiz uyanmış , karpuz bile yata yata büyürmüş , gençsiniz olum gidin ekmeğinizi taştan çıkartın"
* İş arama siteleri başlı başına moral bozar. Elinizde belirli bir altın bilezik ya da spesifik bir diploma yoksa binlerce ilan arasında hayallere dalarsınız. Hele tekrar tekrar cv yapmak.
* Anneleri söyledik peki ya babalar. "Çok iyi arkadaşım" dedikleri adamlar başlarından savarlar sizi. "Hamili kart yakinimdir" diye kart veren tipler " bi cv sini yollasın bakalım" diye geçiştirirler. "Kriz zamanı tam adam almıyoruz ama havuzumuza atalım ilk fırsatta çağırırız" İlk fırsat dedikleri yaz mevsimi ise "kışa doğru işleri açılınca" kış ise "bahara doğru işler açılınca" dır
* Bir yere çıkayım dersiniz , maddi durum yoktur.Bunu sezen ve gören arkadaşlarınız sağolsunlar ısmarlamaya kalkarlar. Çok can sıkıcı bir durumdur. Hele yukarda bahsedilen "kadınlık cinsel organı oğlu" tipler olmuşlarsa can bildiğiniz dostlar :"Dur bizim bankada Hayri bey var, onun abisi oranın şefi , ben bi arayım , ayarlarız bişey", "İngilizce şart. Hatta o bile yetmiyo Almanca. Hele hele Rusça olsa . Şimdi Çince çok geçerli", " En güzelini yapıyosun , bak ben 3.5 milyar alıyorum , yemin ediyorum rezalet , tatili özledim"
(Belki bu buhranlı dönemlerin en iyi yanı bu , insanların iç yüzünü göstermesi)
* İnsanın kendine yatırım yaptığı bir dönemdir ayrıca. Aile dırdırından , etraf bakışlarından kurtulmak için kabuğuna çekilirsin. O kabukta entellektüel bakışın gelişir. Bir yönetmenin tüm filmleri veya bir yazarın tüm kitapları biter belki.
* Uzun yürüyüşler en iyi gelen şeylerdendir. Hem dükkan vitrinlerine bakar "bizimle çalışmak istermisiniz?" yazıları aranır.
* "En güzeli devlete kapağı atacaksın" nasihatlarının ardı arkası kesilmez.
* "X den sonra" cılar vardır. Size yardım edecektir ama askere git gel öyle ondan sonra bakarız der. Kişiye ve yere göre "Üniyi bitir sonra bakarız , sen hele bi evlen sonra bakarız , sen hele bir ehliyetini al sonra bakarız.." diye gider.
* İnsan kendiyle fena halde hesaplaşır. Bu yüzden de özgüven eksikliği yaratır uzun süren işsizlik. "Bir işe yaramıyorum" hissi bir süre sonra "ne iş olsa yaparımcılığa" ya da " armutun sapı üzümün çöpçülüğüne" dönüşür ( Zaten ne kaldı ki)
* Pskoloji bozulunca insan temiziğe vurur kendini. Tüm dolaplar aşşağıya iner , bilgisayar fanları sökülür . Dolaplardan çıkan eski eşyalar fena halde moral bozar ( Çözülmemiş , üzerinde kadro yapılmış öss testleri , edütten kaçıp gidilen maç biletleri...v.s) Bu pskoloji bozukluğu ile şahane arşivler çöpe atılmıştır kızgınlıktan.
* İşe yarayan diğer bir özellik hobi kazanmaktır. Kafa dağıtmak için girişilen bir uğraş hayatınız olur. Belki o işi meslek haline dönüştürmek bile geçer içinizden.

misafir yazar: refet

Cumartesi, Temmuz 11, 2009

Yeni Transferlere Kompozisyon Sınavı

Futbol bizim ülkemizde okulla beraber çok da sağlıklı götürülemeyecek bir spor olarak algılanıyor.Futbol oynamak niyetinde olanlar da nasılsa bu işte esşek yüküyle para var , o zaman ne kasacağız kendimizi mantığıyla hareket edip okulu ikinci plana ( hatta daha arkalara bir yere ) atıyorlar sanırım.Bu bir genelleme gibi gözükmekle beraber genel profilin bu olduğu futbolcularla yapılan röportajlar sırasında verdikleri cevaplardan anlaşılıyor.Bu arada okul hayatını dibine kadar yaşamış olan insanların da zaman zaman kendilerini ifade edemiyor olması , okullardaki eğitim sisteminin ne kadar sağlıklı olduğunu da gösteriyor ki bu da başka bir konu.
Olayın özüne gelecek olursak , yapmış olduğum gözlemlere göre kendini doğru olarak ifade edebilen , röportajlar sırasında klişe kelimeler kullanmayan futbolcular , profesyonel hayata daha kolay adapte olabilip ; takım içerisinde , takımın parçası olup aynı zamanda ön plana çıkmayı da başarabiliyorlar.Aykut Kocaman ( bkz. Türk futbol tarihine geçen açıklamaları ) , Oğuz Çetin , Hakan Şükür , Ertuğrul Sağlam ve yenilerden Arda Turan bu futbolculara verilecek örneklerden.Servet Çetin'in futbolunu geliştirirken kişisel gelişimininde aynı paralelde ilerlemiş olması bir başka dikkat çekici unsur sanırım.

Fenerbahçeli olmam sebebiyle bu seneki transferlerimizin röportajlarını bu detayları dikkate alarak izlediğimde Mehmet Topuz'un çok da başarılı olmayacağını buna karşılık Özer Hurmacı'nın ( nedense çok da gürültü koparmadı transferi ) daha başarılı bir performans göstereceğini tahmin ediyorum. Bekir İrtegün içinde , kendini takım içerisinde geliştireceğini ve fırsat bulursa sürekli üzerine koyarak zaman içerisinde çok başarılı olacağını düşünüyorum.Bu arada Ankragücü'nden alınan ve geçen sene hiç ortalarda gözükmeyen Abdulkadir de bu anlamda takip edilmesi gereken bir futbolcu.

Bu yazdıklarım gidip Eğitim Fakülteleri , Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden transferler yapalım anlamına gelmiyor tabii ama transferlerde seçici olurken bu konuyada dikkat edilse fena olmaz.Hazır Aykut Hoca'da kulüpte nihayet yeniden kendine yer bulmuşken , transfer öncesi bir kompozisyon sınavı fena olmaz diye düşünüyorum :)

misafir yazar: 931023

Çarşamba, Temmuz 01, 2009

Sen Bir Kez Daha Giderken


Demirden yapılmış oturak çok rahatsızdı.Otobüs terminalinde muhtemelen uzun yıllar sağlam kalsın ve bulunduğu yere iz bırakmak konusunda pek bi mahir olan Türk insanının fiziksel darbelerine karşı dayanıklı olsun diye böyle sağlam bir malzemeden yapılmış olan oturak , esas görevini yerine getirirken rahatsızlık veriyordu işte.Durmadan altından kayan ya da onu üzerinden atmak için çırpınan bu yer , psikolojik olarak yaşadığı soruna fiziksel olarak yeni boyutlar katıyordu.

Tam yanında oturan ve otuzlu yaşlarının ortasına yaklaşmış olan bayanı göndermek için oradaydı.Aslında bir kez daha göndermek daha doğru bir tanımlama olacaktı sanırım. Kumral , uzun boylu yeşil gözlü bu bayan , bir zamanlar tamda hayatının merkezine yerleştirdiği kişiydi.Bütün hayatını onunla geçirmek üzere kurgulamışken , ikisinin dışında olan bir sebepten ötürü ayrı yerlere , ayrı yönlere ilerlemek durumunda kalmışlardı.Elbette ki ayrılmak istememişti ondan ama hayat bazen insanı yapmak istemediği şeyleri yapmak zorunda bırakıyordu. Sevmek , sevdiğin kişiyi - senin için bile olsa - kaldıramayacağı yüklerin altına sokmamaktır diye düşünmüştü o zamanlar.Ayrıldığı dönemi sonraları tarif eden çok güzel bi cümle duymuştu."Vücudumda varlığından bile haberdar olmadığım yerlerin acıdığını hissettim ". Onun için o dönem bi uyuşma dönemiydi.Yaşadığı herşeyi başka birinin hayatında bir yan rol oynuyormuş gibi hatırlıyordu.Filmdeki esas roller başkasınındı ve o senaryo gereği oradaydı.Bu durum epey bi devam ettikten sonra kendince bir hayat kurmuştu ama hep aklında keşkeler ve acabalarla dolaştı.Bu arada onunla başka bir şehirden teknoloji yardımıyla görüştü hep.Oysa yüzüne bakmadığı kişilerle doğru dürüst iletişim kuramadığını söylerdi hep ama onun bi şekilde oralarda olduğunu bilmek , haber almak ve konuşabilmek bile önemliydi. Şimdi kısa bir süreliğine şehre dönmüşken yeniden onu göndermek görevi ona kalmıştı. Bu kısa dönemde mümkün olduğunca ona yakın ve mümkün olduğunca uzak kalmaya çalışmıştı.İnsan sevdiği kişiyi kaldıramayacağı yüklerin altına sokmamalıydı.Bu mantık yüzünden kaybetmişti belki de onu ama elinden başka bi şey gelmiyordu.Göğüs boşluğunda biriken bir sürü söz vardı onun için ama bunlar öyle büyük sözlerdi ki ağzından çıkamayacağından korkuyordu.Çıkamadı da. Keşke diyebildi sessizce.

Einstein'ın dediği gibi zaman göreceli bir kavramdı ve bazen olması gerekenden çok daha hızlı vurabiliyordu saatin tik takları.Otobüsün perona geldiğini söyleyen o metalik kadın sesinin eşliğinde otobüse doğru gittiler.İşte bir kez daha gönderiyordu onu.Arkasından sadece el salladı ve onu bir kez daha göndereceği zamanı eklemeye başladı. Onu kızının yanına göndermişti ve şimdi ilgilenmesi gereken oğluna gidiyordu.Sessizce bir kez daha keşke dedi.Sırtındaki yüklerle ağır adımlarla yürüdü ...

misafir yazar: 931023

Not: Yazı için teşekkürler "931023", demek garip duracak ama teşekkür etmeden de geçmeyiz elbette :)

Salı, Haziran 23, 2009

Taraftarlar Arası İletişim: Sataşmak & Takılmak


"Bir kimseyi rahatsız edecek davranışta bulunmak, musallat olmak." şeklinde bir açıklama geliyor TDK sözlüğünde sataşmak kelimesi için.
Takılmak daha kibar, daha masum her zaman. Takılmanın da bir rahatsız edici durumu var belki ancak tadında ve espirili olanı makul. Zaten TDK da "Kızdırmak, üzmek, şaşırtmak amacıyla şaka yollu konuşmak." diyor takılmak kelimesi için.

Ülkede futbol seyredilmiyor; yaşanıyor. Sabah kalkıp gazeteye bakıyoruz. Gündem olayları "şöööylesine" bir okunuyor ancak spor sayfaları satır satır inceleniyor genelde. Yalan değil, ben de öyle yapıyorum genellikle. Bunun eleştirilecek yanı çok ama hangimiz engel oluyor ki kolay kolay? Neyse sosyal mesaj vermeden konuya dönelim. Futbolun böylesine yaşandığı ve taraftarlığın hayati öncelik taşıdığı bu sistemde en kilit nokta: Taraftarlar Arası İletişim...

Gün geliyor birbirimizi vuruyoruz, gün geliyor sadece sözlü sataşıyoruz, gün geliyor sadece takılıyoruz. Hayatımda tanımadığım bir insanla kavga etmeyi sevmem, istemem. Her zaman karşımdaki insana "bana ne katabilir?" diye yaklaştım. Kısacık hayatımda edindiğim temel prensiplerimden en önemlisi. Haddimi aşmak istemem ama herkese tavsiyemdir. Neyse, konu kaçıyor yine...

İletişim artık çok kolay. İstediğimiz ya da istemediğimiz her kişiye rahatça ulaşıyoruz. Tabii taraftarlar arasında da bu oluyor. Peki sonuçları: Tamamen olumsuz! Eskileri bilmem ancak duyduklarımdan yola çıkarak bildiğim: Eskiler daha çok "takılmak" ile yetinirmiş. Mahalle kültürü falan, herkes kimin ne takım tuttuğunu biliyor; ona göre takılıyormuş birbirine. Şimdi ise olay başka boyutta. Mahallede kim ne takım tutar sadece şampiyon taraftar bayrak asınca anlıyoruz. Muhabbetimiz zaten yok. Bu "takılmak" meselesi biraz da ihtiyaç. Kolay mı, tüm sene sabretmişsin ve şampiyon olmuşsun; biraz da eğlencesi çıksın istiyorsun. Güzel de nereden bulacaksın eğlenceni. Giriyorsun internete, ortak bir ortamda başlıyorsun birilerine takılmaya. Sonra hızını alamıyorsun... E ismin cismin belli değil zaten. Elinin altında klavye, kablolar iletsin her şeyi; ağzından çıkanın ne önemi var! Başlıyorsun sataşmaya. Yer yer olayı anaya-bacıya-namusa getireni de oluyor. Sonra olay sokağa taşıyor bazen. Direk internetten sana bulaşan adam değil; herhangi bir taraftar. Alışmışsın ya internette rahat rahat sataşmaya, orada da sataşıyorsun; tadı kaçıyor: KAVGA!

Kesin bir yargı olarak söylemek zor ancak internet gibi kolay ve "sanal" iletişim yollarının kullanımı arttıkça ülke olarak "tadımız kaçıyor". Monitörlerin, klavyelerin arkasından bol keseden sallıyoruz. Sonra bir hastalık gibi sokağa, sokaktan vatandaşa, sonra kitlelere bulaşıyor...

Zamanında kavga yok muydu tribünlerde?

Var"dı/mış"...

Ama bu kadar kontrolsüzce olanını olduğunu zannetmiyorum.


Uzun lafın kısası: İnternet hızlandıkça olumsuz yönleri de hızlanıyor. İnternet'teki rahatlık ve gizlilik belki size zarar gelmesini engeller ancak bu rahatlık alışkanlığa dönüşünce işler değişiyor. Dediğim gibi; alışkanlık hâline gelince o "sataşma"lar sokakta yanlış yöne gidiyor. Bence takılmak herzaman en iyisi. Örneğin: Ortega'ya FTK finalinden sonra: "Hocam sen görmüş müydün son kupayı? (:"diye mail atmak.

Herkese sevgiler & saygılar.

misafir yazar: Bay Kerahet
***

Not: Bu güzel yazı için Bay Kerahet'e teşekkürler...

Başlıksız Yazı

 En son 2018'de Fenerbahçe'de bir şeylerin değişeceğine, eski düzenin yok olacağına inanarak bir yazı karalamışım. Ali Koç'tan n...