Deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Haziran 27, 2017

Türklerin İngilizce ile imtihanı



İngilizcenin dünyanın en popüler dillerinden biri olduğu su götürmez bir gerçek. Küreselleşmenin hızıyla birlikte hayatın her alanında uluslararasında gerçekleşen herhangi bir iletişimde en çok kullanılan dil belki de İngilizce.

 Günümüzde birçok iş ilanında artık olmazsa olmaz kriterlerden biri “ileri düzeyde İngilizce bilen” elemanken yine bu ilanlara başvuran birçok kişi otomatikman bu özelliğe sahip olduğunu belirtiyor. 

Başvurulan iş kolunda belki hiç İngilizce konuşulmayacak olsa bile her ilanda İngilizce bilen eleman arandığı için ülkemizde İngilizce bilmemek ayıplanacak bir hadise gibi olmaya başladı. Peki gerçekten herkes İngilizce biliyor mu, konuşabiliyor mu? İşte orası tartışılır.

 Dünyanın 44 şehrinde 7 dilde yabancı dil eğitimi veren EF Education First Uluslararası Dil Merkezlerinin 2014 yılında yayımladığı rapora göre ülkemizin milletlerarası İngilizce seviyesi dipte. Araştırmada 63 ülkenin yeterlilikleri sıralanırken Türkiye 47. sırada yer almış. Neden dipte o zaman denecek olursa, Avrupa ülkeleri arasında sıralamada sonuncu durumdaymışız.

 2014’teki aynı araştırmada hiç mi olumlu bir gösterge yok denebilir. Elbette ki var. Türkiye İngilizcesini geliştiren ülkeler arasında Kazakistan’dan sonra 2.sırada yer almış. Yine bu verilere göre Türkiye’de kadınlar erkeklere göre daha iyi İngilizce konuşuyormuş.

 Üniversitede yabancı dil bölümünde okumuş ve hali hazırda İngilizce öğretmenliği yapan biri olarak bu tespite katıldığımı belirteyim. Yabancı dil bölümlerinde ve İngilizce öğretmenleri arasında kadınların hegemonyası var. İngilizce öğretmeni dendiğinde insanların aklına öncelikle kadın öğretmenler geliyor. Ülkemizde kadınların İngilizce konusunda erkeklerden önde olduğunu kabul etmek gerek. 2016’da yayımlanan yabancı dil yeterlilik endeksinde ise durum yine pek içi açıcı değil maalesef. Bu kez 72 ülke arasında araştırma yapılmış, Türkiye 52.sırada yer almış. Fikir vermesi açısında söylemek gerekirse Bulgaristan, Romanya gibi ülkeler bize göre oldukça üst sıralarda. Araştırmada ülkeler yabancı dil yeterliliklerine göre 5 ayrı kategoriye ayrılıyor. Türkiye ne yazık ki en düşük yeterlilik sıralamasının olduğu bölümde. Şu soru sorulabilir; İngilizceyi kafaya bu kadar çok takmaya gerek var mı? Kimseye bir dili zorla öğretmek, sevdirmek niyetinde olunmamalı elbette. Ancak dünyaya açılma arzunuz varsa İngilizceye çok ihtiyaç duyarsınız.

 Örneğin meseleyi ticari açıdan ele alalım. British Council’in araştırmasına göre eğer bir mağazalar zinciri uluslararası tedarikçileriyle İngilizce fiyat pazarlığı yapamıyorsa yaklaşık %20-30 kar kaybı yaşayabilirmiş. Veya yine başka bir örnek; İtalya inşaat sektöründe tedarikçilerle yürütülen görüşmelerden sağlanan maliyet tasarrufunun en az %50 si İngilizce dilinde yapılan anlaşmalardan geliyormuş. Örnekleri ticaret ve inşaat sektörü üzerinden verince akıllara turizm sorusu gelebilir. Tabii ki konu turizm ve İngilizce olunca bu dilin sektörde can damarı olduğu muhakkak. Bu anlamda seyahat acentelerinin iş hacminin %90’ı yabancı ortaklarla kurulan İngilizce becerisine bağlı. İngilizcenin evrensel önemine işaret eden sayılardan bahsettikten sonra neden bu ülkede İngilizce öğrenemiyoruz sorusuna geri dönelim. Başbakan Binali Yıldırım geçtiğimiz aylarda yaptığı bir konuşmasında Türkiye’deki yabancı dil seviyesinin yetersizliğinden bahsederken yakın zamanda ortaokul 5.sınıflarda yabancı dil ağırlık sınıfları olacağını söyledi. Peki 5.sınıflara hazırlık sınıfı getirmek tek başına yeterli olabilir mi? Bu soruya evet cevabını vermek zor. Çoğu İngilizce öğretmeni müfredat sıkıntısıyla boğuşuyor. British Council Türkiye ve Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) 12 ilde yaklaşık 21 bin öğrenci, veli ve öğretmenle yaptığı araştırmada bu konuyu irdelemiş.

 İngilizce öğrenmekte en büyük sorun, bu dersin iletişim dili olarak değil, tıpkı tarih, coğrafya dersi gibi işlenmesi, gramer ağırlıklı olması, konuların her yıl aynı şekilde tekrar edilmesi diyor araştırmaya katılanlar. Yani dersin yıllar içinde “eğlenceli” olmaktan çıkıp “sıkıcı” hale gelmesinden bahsedilmiş. Araştırmaya göre; 5. sınıfta İngilizce dersini sevenlerin oranı yüzde 80 iken, bu oran 12. sınıfa geldiklerinde yüzde 37’ye geriliyor. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu biri olarak bir ek yapmam gerekirse bilhassa devlet okullarındaki imkansızlıklar varken yabancı dil ne kadar başarıyla öğrenilebilir? Bugün bir Fen Bilimleri dersi öğretmeni nasıl ki deneylerini yapabilmek için Fen laboratuvarına, bir Bilişim öğretmeni Bilgisayar laboratuvarına ihtiyaç duyuyorsa; bir İngilizce öğretmeninin de öğrencilerinin dört temel dil becerisini (okuma,yazma, konuşma ve dinleme) iyi öğrenebilmeleri için yabancı dil laboratuvarına ihtiyacı var. Bir önceki derste matematik dersi işlenen bir sınıfı yabancı dil öğrenme moduna sokmak için sınıf oturma düzenini değiştirmek sonra diğer ders için bir daha eski haline sokmak yorucu oluyor. Öğrencileri sınav maratonu içinde bir de İngilizce ile uğraş diyerek müfredata boğarken bir de birbirleriyle pratik yapmalarının zor olduğu klasik oturma düzeniyle oturtursanız ne kadar başarılı olabilirsiniz?

 Bir başka sorun ise öğrencilerin öğrendikleri dili pratik yapma sahası bulmakta zorlanması. Taşımalı eğitimin olduğu bir dağ köyündeki öğrenci misal, öğretmeni ve sınıf arkadaşları dışında kiminle pratik yapabilir? İnternet kullansın demeyin lütfen. Bu çocuklar kendi köylerinde okul olmadığı için devlet onları ücretsiz servislere bindirip başka bir köydeki okul merkezine götürüyor. Uzmanlara göre bir öğrencinin İngilizcesini geliştirebilmesi için günlük 4-5 saat bu işe vakit ayırması lazım. Bu çok ciddi bir süre elbette. Girmesi gereken çok sınav olan bir öğrenci İngilizceye günlük 4-5 saat ayıramayabilir. Diyelim ki günlük 4-5 saat İngilizce çalışabildiniz ve Türkiye’de düzenli bir pratik yapma ortamı da buldunuz. Öğrendiklerinizi turistik bir gezide en temel ihtiyaçlarınızı karşılayabilecek şekilde kullanmak için 6 ay, günlük yaşamında temel ihtiyaçlarınızı karşılamak için ise 12 aylık bir süreye ihtiyacınız var. Bu noktada yine işin içinde biri olarak belirtmek isterim ki; maddi imkanlar elveriyorsa ana dili İngilizce olan bir ülkeye gidip orada 3 aydan fazla bir süre kalmak hepsinden daha iyi yöntem. Tabii gittiğiniz yerde İngilizceye maruz kalmalısınız. Oraya gittiğinizde iletişim için Türkleri aramamanız gerek. Ülkemizde yapılan en sık hatalardan biri İngilizce öğrenirken teoriye boğulmak. Bu dili kulağınızla değil de gözünüzle öğrenirseniz, yani klasik ezberlerle çalışırsanız bir yere varamazsınız. İngilizce sözlükte tüm kelimelerinin anlamını bilmek sadece kuru bilgidir. O kelimelerin doğru telaffuzunu bilmiyorsanız bu dili etkin konuşamazsınız.

 İngilizce’nin farklı bir matematiği var. Herhangi bir sözel dersi çalışıyor gibi bu dili tam anlamıyla öğrenemezsiniz. Son olarak elbette hayatta hiçbir şey için çok geç değildir ancak bazı şeyler için de doğru zamanda işe girişmenin gerekliliği de bir gerçek. 60 yaşından sonra İngilizce öğrenemezsiniz iddiasında değilim tabii ki, ancak 6 yaşındaki bir çocuk size göre daha avantajlı bu konuda.

 Dünyada şu an bilgi çok çabuk ortaya çıkarken çok çabuk da unutuluyor. Bu hıza yetişmekte zorlanabilirsiniz. Önümüzdeki günlerde “yabancı dil öğreniminde tavsiyeler” gibi bir bölüm yaparsak daha detaylı biçimde neler yapılmalı anlatırız. Ama şimdilik şunu belirteyim. Bir amacınız olması gerektiği kadar, öğrenmek istediğiniz dile karşı önyargılarınız varsa onları da yok etmelisiniz. Ve ilgi duyduğunuz konulardan başlayarak hayatınıza İngilizce’yi katmaya çalışın. Bu sayede “İngilizce anlıyorum ama konuşamıyorum” insanlarından bir farkınız olacaktır.

 Devamı da gayretinize kalmış.

Pazartesi, Ocak 15, 2007

Kılavuzu karga olanın…



Ademoğlu yaşadıkça tecrübe kazanmış ve bu deneyimleri cümle içerisinde kullanma kabiliyetine sahip kişilerce gelecek nesillere aktarmıştır. Kimi yaşam,kimi ölüm,kimisi ise canlılarla ilgili birçok hoş ve ders verici sözler…


Peki her atasözü doğrudur,hemen kabullenmeliyiz diye bir yargı olmalı mı? Bence hayır. Misal “Kılavuzu karga olanın burnu boktan çıkmaz “ derler. Şimdi bu söz nasıl ortaya çıkmış bilmiyorum ama bildiğim bi’ şey varsa, o da çok doğru olmadığı. Açıklayayım niye böyle düşündüğümü. Malumunuz yeryüzünün ilk cinayet davasının aktörleri Habil ve Kabil kardeşlerdir. Bir dişi için birbirine giren bu iki insanın kavgaları, Habil’in kardeşi Kabil’i öldürmesiyle son bulur. Ama sonuçlanmamış bir durum vardır. Habil kardeşinin ölü bedenini ne yapacağını bilemez. Düşünür, düşünür, aklına bir şey gelmez. Sonra bir bakar, karganın biri, ölü bir başka kargayı toprağa gömüyor. Ahanda ben de böyle yapayım der ve ceseti layık olduğu yere gönderir. Şimdi sorarım, bu olayda karganın kılavuzluğu olmasaydı Habil ne yapardı ya da kargayı örnek aldı da kötü mü oldu ? Geçeyim ikinci örneğime, bir dergide okumuştum. Trafiğin kalabalık olduğu güzergahlarda, özellikle trafik ışıklarının bulunduğu bölümlere mevzilenirmiş bu kargalar. Ağızlarındaki cevizleri trafik seri bir şekilde akarken yola bırakırlarmış, daha sonra kırmızı ışığın yanmasından istifade edip, yerde biraz önce üzerlerinden geçen arabalar sayesinde kabukları kırılmış olan cevizleri bir güzel midelerine indirirlermiş. Bu derece zeki bir hayvanı, biz nasıl olur da senin kılavuzluğun boktan kardeşim diye yargısız infaz ederiz. Bilmeyenler için söyleyelim, alet kullanma becerisi maymunlardan daha gelişmiş olan karga hayvanı (Veteriner hekim Niyazi Gül konuşuyor, dikkatle dinleyelim) ayrıca sosyal yapı bakımından insan topluluğuna da çok benzer. Hatta derler ki, kuş türleri arasında en akıllı olanıdır.
Özetle, sadece kötü bir gırtlağa sahip diye bir hayvan bu denli eleştirilmeyi hak etmiyor. Bundan sonra yolda yürürken kafamıza pisleyen ya da sabahın köründe ötüşüyle bizleri o tatlı uykumuzdan uyandıran bu hayvana hemen öyle küfüre basmayalım. Aralarında 150 yıl yaşayanları var. Belki sizin küfür ettiğiniz karga, Cumhuriyetin kuruluşunu hatta Kurtuluş Savaşını görmüştür. Ayrıca Jean de la Fontaine’in tilki ve karga hikayesine de sadece gülüp geçelim. Ancak fabl’larda olur böyle şeyler diye …

Not: 1994 tarihli Alex Proyas yapımı “The Crow” (karga) filmi de güzeldir, tavsiye edilir…




Pazar, Ekim 08, 2006

Halet-i ruhiye



Yalnızsın Artık

“Yalnızsın artık, kalabalıklara bir yabancı daha eklendi” dedi. ”Nasıl, kim terk etti beni? Kim karıştı kalabalıklar arasına…” dedim merakla. “Görmek istemeyen bakmazmış. Bakmadığın için görmüyorsun haliyle” dedi ve ruh penceremden çıkıp, beni dertlere düçar eyledi.

Buradayım yine, odamda, yatağımda. Yitip giden her düşün ardından kendimle baş başa kaldığım tek yerde. Kalabalıklar yok burada. Yalnızım. Belki de o haklı. Ben kalabalıklara karışamıyorum. Hep uzağım onlardan, karıştığım takdirde kalabalıklar içindeki yalnızlığı oynayacağımı biliyorum. Yalnız kalmak istemiyorum ama onların arasına da karışamıyorum.

Giderek artıyor kalabalıklar, artıyor betonarme binalar ve o binaların içerisinde yaşayan betonarme hayallere sahip insanlar. Önce “bir evimiz olsun” diye başlıyor her şey. ”Sonra bir yazlığımız, daha sonra birkaç ev daha alırız. Bu devirde yaşamak zor. Mal sahibi olmak gerek”. Görmüyor ki, sahip olduğu şeyler bir gün geliyor ona sahip oluyor. İnsanoğlu tamahkardır, hep bir fazlasını ister ama nedense başkası için tam tersi.

Giderek artıyor kalabalıklar ve arttıkça kalabalık, artıyordu yalnızlık…

Bu devirde araba lazım her ademoğluna, eskiden binekmiş ihtiyaç duyulan, şimdi de dört tekerli ayağımızı yerden kesecek yapıda bir otomobil olmalı bunun karşılığı. Öyle çok lüks bişey değil isteğimiz, dedim ya, ayağımızı yerden kessin yeter. Hep öyle olur zaten. Ama hep daha fazlasını ister insanoğlu, bir üst modelini, en yenisini, “0” model olanını. Hiçbir zaman “0” ı arzulamaz kimse, ama mevzu bahis bir otomobilse değişir tabi işler.

Giderek artıyor kalabalıklar ve arttıkça kalabalık, artıyordu yalnızlık…

Unutuyor insan, unutmaya programlı değil oysa. Olsa olsa hatırlamaya programlı olmalı. Düşündüğü için farklı ya evrendeki diğerlerinden. Düşünme yetisine sahip, hatırlasın o zaman her şeyi, niye unutuyor ki…Heyhat! Unutacak, istesen de istemesen de… Sende unutacaksın. Oyunun kuralı bu. Nasıl değiştiriyorsan evini, arabanı hatta hayallerini, değiştireceksin onu da. Ve devam edeceksin hayalindeki adsız kadını aramaya ve her kötü deneyiminde, tadına bakıpta beğenmediğin ekşi yemek hissi verecek hepsi…

Giderek artıyor kalabalıklar ve arttıkça kalabalık, artıyordu yalnızlık…

“Küçükken senin de hayallerin var mıydı?”
“Evet, vardı. Hayaller mutlu bir çocukluğun anahtarıdır çoğu zaman.”
“Peki ya şimdi?”
“Şimdi hayallere ayıracak vaktim yok”
“İnsan büyüdükçe hayalleri küçülür mü” diye sordu ufaklık…

Giderek artıyor kalabalıklar ve arttıkça kalabalık, artıyordu yalnızlık…

Evet azalıyor hayaller, azalıyor çocukça düşünceler/düşler. Hayallerin bittiği yerde bitiyor içindeki çocuğun vazifesi. Ve o da tıpkı diğerleri gibi terk ediyor seni. Anlıyorsun ruhundaki üşümenin sebebini. Anlamaya başlıyorsun her şeyi, iş işten geçmiş olsa da…

“Yalnızsın artık, kalabalıklara bir yabancı daha eklendi” dedi…

Giderek artıyor kalabalıklar ve arttıkça kalabalık, artıyordu yalnızlık…

Denemeden duramadım


Malum artık şu sanal dünyanın sınırı falan kalmadı. Oturduğumuz yerden dünyanın öte yakasında kim ne halt yiyor hepsini öğrenebiliyoruz. Ben de boş vakti çok olan biri olarak blog açayım bari dedim. Siz de benim ne halt yediğimi öğrenin (çok matah ya =)) Ne kadar peşinde koşarım bu işin bilmiyorum ama şimdilik sardı beni. Yorumlarınızı esirgemezseniz sevinir bu fani beden...

Herkes bir gün 5 dakikalığına da olsa Montaigne olacak :)

Başlıksız Yazı

 En son 2018'de Fenerbahçe'de bir şeylerin değişeceğine, eski düzenin yok olacağına inanarak bir yazı karalamışım. Ali Koç'tan n...