Cihan Pehlivanı Ortega ve Sarı Yeşillerde Yüzler Gülüyor
Ariel Ortega 6 yıl sonra (yaş 35) Arjantin Milli Takımı'na seçilmiş. Haberi, futbol bloglar aleminin en kral Fenerli blogu Papaz'ın Çayırı'ndan öğrendim. Onlar da Reuters'i işaret etmişler.
E tabii sevindik bu habere. Maradona'dan sonra 10 numarayı sırtına geçiren ilk adam, eski bir dost, ayrıca nerdeyse 15 yıldır takip ettiğim ve faal futbolcular arasında en sevdiğim isim olan Ariel Ortega'nın Arjantin Milli Takımı'na çağırılması güzel bir haberdir benim açımdan.
Arjantin-Gana maçı için kadroya çağırılması ayrı bir heyecan yaşatıyor adama. Ortega ve Appiah'ın mücadelede karşı karşıya geldiği anlara tanık olmak, iç geçirmek bendenizden beklenecek türden hareketler. Sağlam bir Appiah'a, ve aklı karışık olmayan, sadece futbolu düşünen Ortega'ya o kadar çok ihtiyacımız var ki şu an..
Yazıyı en sevdiğim yazalardan biri olan Umut Sarıkaya'nın bir yazısıyla bitirmek isterim. Sarı Yeşillerde Yüzler Gülüyor başlıklı bu yazıyı sonuna kadar okumanızı tavsiye ederim. Beşiktaşlı Umut Sarıkaya'nın futbol ve tribün yazılarını okumak keyif veriyor insana...
***
Şimdiki Şensoylar Pide ve Börek Salonu o zamanlar bizim kulüp binasıydı. Hergün okuldan gelir, kravatımı ceketimi çıkarıp çantamı ve kramponlarımı alarak kulübe giderdim. Bina dediğime bakmayın, bir yazıhane ve geniş bir salondan oluşan içinde çeşitli malzemeler ve kapısında bir önceki haftanın maçının skorunun asılı olduğu küçük bi kara tahta olan, bir duşu bile olmayan, bol ayak ve ter kokulu bir giriş katından ibaretti kulüp.
Kulübe benden başka hep İskender abi de gelirdi. İskender abi zamanında 2. ligde çok top koşturmuş sonra gençlere fırsat tanımak için alt yapıya geçmiş, engin bir bilgi birikimine sahip bir futbol adamıydı. Önce beraber klübü temizler düzenler, ardından da futbol üzerine konuşur en son olarak da konileri araba lastiklerini alıp İskender abi gözetiminde tek başıma idmana çıkardım.
Aslında şimdi sağlam kafayla düşünüyorum da futbol sevgisinden çok bir yere ait olma, tutunacak bir dal, sığınacak bir liman arama hissiymiş beni Yeşil-sarılı formaya bağlayan, tıpkı şimdi dergi binasına gereğinden çok takıldığım, burayı kendime yurt bellediğim gibi... Zira idmandan çok kulüp binasında zaman geçirmeyi, elime aldığım bir maşrapa suyu, maşrapanın ağzını parmaklarımla kapatarak yere silkmeyi sonra da yeri süpürmeyi, skorbordu günde belki de 10 defa silip yeniden yazmayı seviyordum ben. Ayrıca yardımcı antronör İskender abinin de muhabbeti çok güzeldi.
Diğer günler tek, çarşamba ve cuma günleri ise teknik hoca Ercan Ziyal gözetiminde takımla antremana çıkıyordum. Fakat Ercan hoca takıma geldiğinden beri bana ilk onbirde fırsat tanımıyor, o da yetmezmiş gibi antremanlarda kondisyon eksikliğimi bahane göstererek beni takımdan dışlıyor, takımdan ayrı düz koşu yaptırıyordu. Takım hep beraber birlik ruhu eşliğinde aynı tempoyla koşarken sizin orda ipsiz sapsız zaar gibi tek başına dolaşmanın ezikliğini bilemezsiniz.
Bir değil iki değil her antremanda ben takımdan ayrı koşunca, omuz omuza mücadele verdiğimiz arkadaşların yanımdan geçerken alaylarına maruz kalınca ben tabi haliyle bu duruma içerledim. Tırstığım için Ercan hocaya soramadım ama İskender abiye sormaya karar verdim. Antremandan sonra klüp binasında konçlarımı çıkarırken İskender abiye açıldım. İskender abi Ercan hocaya gıcık olduğunu, onun asıl sorunun kendisiyle olduğunu, hocanın benim hevesimi kendisine yakın olduğum için kesmeye çalıştığını kısacası Ercan Ziyal’in g.tün teki olduğunu söyledi bana. İskender abi’ye ben çok hak verdim ama ne yapmam gerektiğini zira takıma bu şartlarda bi yararım olmadığını da adabınca sordum. İskender abi çok çalışıp hocanın gözüne girmekten başka çaremin olmadığını aksi takdirde bonservisimi alıp bu diyarı terketmem gerektiğini söyledi. Yapılacak bi şey yoktu, beni çalışmak özgürleştirecekti ve bu özgürlük savaşında bi tek kişi, İskender abi benim yanımda olacaktı.
O günden sonra geceli gündüzlü İskender abiyle antremana çıktık. Yağmur oldu, kar oldu, gece oldu, gündüz oldu çıktık. İskender abi nasıl gaza geldiyse beni ayı gibi çalıştırıyor benim gibi bi Sivaslıdan bir sambacı yaratmaya çalışıyordu. Her akşam eve güç bela atıyor, içten içe de futboldan, idmandan krampondan bi nebze de olsa tiksinyordum. Tabi benim bu sipor aşkıyla ters orantılı olarak gerileyen derslerim de ailemin sinirini bozuyordu. Zaten futbolun geniş kitleleri uyutmak için bir afyon olduğuna inanan anne-babam inceden İskender abiye kıl kapıyor, benim yanımda en büyük ustam hakkında ileri geri konuşuyor, onun bir aile bile kuramayan eşşeğin teki olduğunu, yaşının kırka dayanmasına rağmen halen çoluk çocuğa artistik yaptığını söylüyorlardı. Ben başta biraz alınsam da sonuçta aileme hak verdim ve bireysel antremanları aksatmaya başladım. Ben tabi antremanları aksatınca bi müddet sonra İskender abi bizim eve geldi, merak ettiğini başıma bişey gelip gelmediğini kapıyı açan babama sordu. Babam onun hiiiiiiiç canını sıkmamasını çünkü gayet iyi olduğumu, sadece bundan sonra bu ekstra antremanlara gelmeyeceğimi söyledi. İskender abi bu antremanların çok önemli olduğu, takıma kabul edilmem için tek çıkar yol olduğu konusunda ısrar edince babam şimdi burda söylemenin uygun olmayacağı bir üslupla Ercan hocayla kendi arasındaki sorunlarının kendilerinin halletmesi gerektiğini benim bu işe alet edilmem gerektiğini anlattı. Ve 15 yaşındaki beni çağırıp “söyle oğlum gitmek istiyor musun antremana? Hani demiştin ya evladım -evet baba ben de tiksindim bu antremanlardan- diye tekrarlasana. Oğlum konuşsana dilini mi yuttun!” diye kızarmışçasına sordu. Sustum ve omuzlarımı silkerek odama gittim, böyle bi duruma düştüğüm ve belki de rezil olduğum için o gece sabaha kadar ağladım.
O günden sonra herkes gibi ben de sadece çarşamba ve cuma günleri çıktım antremana. Sonradan öğrendiğime göre babam Ercan hocayla konuştuğu için antremanlarda takımla beraber çalıştım. Ercan Hocamın düdükleri ile verdiği startlarda depara kalkıp konilerin etrafından belimi kıvırta kıvırta koştum, tüm takımla birlikte tek dizimle daire yapa yapa tur attım saha içinde. Bu sırada İskender abi köpek gibi uzakta oturmuş bana yadırgarcasına bakıyor ben de görmezden geliyordum. Futbol geleceğim açısından bu görmezden geliş çok önemliydi.
İki gün sonra Kilyos gençlerle yapacağımız maçta hoca bana da şans tanıdı. Kendimi göstermem için bulunmaz bir fırsattı bu. 72. dakikaya gelmiş ve maç golsüz beraberlikle devam ediyordu. Karadeniz ekibi bizim yarı sahada vururlarsa tehlikeli olabilecek pozisyonlara çok sık giriyordu ve etkili bir alan savunmasına ihtiyaç vardı. O alan savunmasını ise kenarda 72 dakikadır ısınan benden baskası yapamazdı. Ve nihayet oyuna alındım. Yeşil sahada ayak basmadık yer bırakmıyordum ama ayağıma top bi kere bile gelmiyordu ve sonuçta olan oldu ve iki gol yiyerek yenildik. Haliyle fatura da bana kesildi ve bol bol kınandım takım arkadaşlarım tarafından. 72 dakika ha şimdi girdin, ha gireceksin diye haybiye ısındırılıp yorulan, yetmezmiş gibi insan üstü bir performansla saha içinde koşan bendim ama sonuçta yine kötü olan ben oluyordum.
Hep beraber Ergun abinin minibüsüyle Kilyos’tan mahalleye, kulübe geldik. Moraller çökük, sinirler gergindi. Bu sırada İskender abi içeri girdi ve hafif alaysal bir tebessümle bizle yani Ercan Ziyal’in öğrencileriyle dalga geçti. Aslında bizle değil de bizim üzerimizden Ercan abiyle dalga geçiyordu, uğursuz pezevenk. Bu alaylar gitti gitti ve en sonunda Ercan abiyle ikili tartışmaya, ardından da küfürleşmeye kadar vardı. Bunun üzerine Ercan Hoca’nın tepesi attı ve kulüpten şimdi Namık’ların devraldığı büfeye kadar İskender abiyi kovalayıp, topsuz alanda bi güzel dövdü. Duyduğuma göre bu görkemli dayaktan sonra İskender abinin emarı çekilmiş.
Tabi Ercan hoca o sinirle beni yine eskisi gibi takımdan ayrı düz koşulara mahkum etti. Ben takımdan ayrı düz koşu yapa yapa bi süre sonra birey oldum. İçime kapanıp bi süre hayatımı sorguladım o koşularda. Kimdi bu insanlar? Ne arıyordum bunların içinde? İşte bu ve bu soruların cevabını kendi içimde aradım ve bir düz koşu esnasında bularak rotamı saha içinden ayırıp eve doğru koştum. Kimse de ardımdan bir dur bile demedi. Ve o günden sonra futbol hayatıma mutlu bir seyirci olarak devam ettim. Kendimi daha yararlı şeyler olan kitaplara, kağıt-kaleme verdim.
Geçen Hafta dergiden çıkıp eve geldiğimde takımdan 72. dakikada çıkıp yerine girdiğim için o günden beri bana sinir olan Selçuk denyosuyla karşılaştım. Siyah beyazlı renklere gönül verdiğimi bilen Selçuk hoşbeşden sonra “Anelka’yı da aldık varya bu sene iyice sıçarız ağzınıza” gibi gayet sığ bir cümle kurdu. Hayatta yenilmiş bir insanın gayet safiyane çırpınışıydı bu sözler. Futbol üzerinden giderek benden intikam almaya çalışıyordu. Gülümseyip eve gittim. Uykum yoktu bi kitap alıp okumaya başladım, sonra durup Selçuk’u, İskender abiyi, Ercan hocayı her halükarda yenilenleri düşündüm. Ve “Anelkaymış..... Ulan siz öyle bir takımsınız ki koskoca cihan pehlivanı Ortega’yı bitirdiniz, adam sizin yüzünüzden uzun süre hiç bir kulübe giremez bir derbeder oldu. Anelka ne yapsın tırto” diye içimden geçirdim. Kitabımı okumaya devam ettim.
SARI-YEŞİLLİLERDE YÜZLER GÜLÜYOR...
Şimdiki Şensoylar Pide ve Börek Salonu o zamanlar bizim kulüp binasıydı. Hergün okuldan gelir, kravatımı ceketimi çıkarıp çantamı ve kramponlarımı alarak kulübe giderdim. Bina dediğime bakmayın, bir yazıhane ve geniş bir salondan oluşan içinde çeşitli malzemeler ve kapısında bir önceki haftanın maçının skorunun asılı olduğu küçük bi kara tahta olan, bir duşu bile olmayan, bol ayak ve ter kokulu bir giriş katından ibaretti kulüp.
Kulübe benden başka hep İskender abi de gelirdi. İskender abi zamanında 2. ligde çok top koşturmuş sonra gençlere fırsat tanımak için alt yapıya geçmiş, engin bir bilgi birikimine sahip bir futbol adamıydı. Önce beraber klübü temizler düzenler, ardından da futbol üzerine konuşur en son olarak da konileri araba lastiklerini alıp İskender abi gözetiminde tek başıma idmana çıkardım.
Aslında şimdi sağlam kafayla düşünüyorum da futbol sevgisinden çok bir yere ait olma, tutunacak bir dal, sığınacak bir liman arama hissiymiş beni Yeşil-sarılı formaya bağlayan, tıpkı şimdi dergi binasına gereğinden çok takıldığım, burayı kendime yurt bellediğim gibi... Zira idmandan çok kulüp binasında zaman geçirmeyi, elime aldığım bir maşrapa suyu, maşrapanın ağzını parmaklarımla kapatarak yere silkmeyi sonra da yeri süpürmeyi, skorbordu günde belki de 10 defa silip yeniden yazmayı seviyordum ben. Ayrıca yardımcı antronör İskender abinin de muhabbeti çok güzeldi.
Diğer günler tek, çarşamba ve cuma günleri ise teknik hoca Ercan Ziyal gözetiminde takımla antremana çıkıyordum. Fakat Ercan hoca takıma geldiğinden beri bana ilk onbirde fırsat tanımıyor, o da yetmezmiş gibi antremanlarda kondisyon eksikliğimi bahane göstererek beni takımdan dışlıyor, takımdan ayrı düz koşu yaptırıyordu. Takım hep beraber birlik ruhu eşliğinde aynı tempoyla koşarken sizin orda ipsiz sapsız zaar gibi tek başına dolaşmanın ezikliğini bilemezsiniz.
Bir değil iki değil her antremanda ben takımdan ayrı koşunca, omuz omuza mücadele verdiğimiz arkadaşların yanımdan geçerken alaylarına maruz kalınca ben tabi haliyle bu duruma içerledim. Tırstığım için Ercan hocaya soramadım ama İskender abiye sormaya karar verdim. Antremandan sonra klüp binasında konçlarımı çıkarırken İskender abiye açıldım. İskender abi Ercan hocaya gıcık olduğunu, onun asıl sorunun kendisiyle olduğunu, hocanın benim hevesimi kendisine yakın olduğum için kesmeye çalıştığını kısacası Ercan Ziyal’in g.tün teki olduğunu söyledi bana. İskender abi’ye ben çok hak verdim ama ne yapmam gerektiğini zira takıma bu şartlarda bi yararım olmadığını da adabınca sordum. İskender abi çok çalışıp hocanın gözüne girmekten başka çaremin olmadığını aksi takdirde bonservisimi alıp bu diyarı terketmem gerektiğini söyledi. Yapılacak bi şey yoktu, beni çalışmak özgürleştirecekti ve bu özgürlük savaşında bi tek kişi, İskender abi benim yanımda olacaktı.
O günden sonra geceli gündüzlü İskender abiyle antremana çıktık. Yağmur oldu, kar oldu, gece oldu, gündüz oldu çıktık. İskender abi nasıl gaza geldiyse beni ayı gibi çalıştırıyor benim gibi bi Sivaslıdan bir sambacı yaratmaya çalışıyordu. Her akşam eve güç bela atıyor, içten içe de futboldan, idmandan krampondan bi nebze de olsa tiksinyordum. Tabi benim bu sipor aşkıyla ters orantılı olarak gerileyen derslerim de ailemin sinirini bozuyordu. Zaten futbolun geniş kitleleri uyutmak için bir afyon olduğuna inanan anne-babam inceden İskender abiye kıl kapıyor, benim yanımda en büyük ustam hakkında ileri geri konuşuyor, onun bir aile bile kuramayan eşşeğin teki olduğunu, yaşının kırka dayanmasına rağmen halen çoluk çocuğa artistik yaptığını söylüyorlardı. Ben başta biraz alınsam da sonuçta aileme hak verdim ve bireysel antremanları aksatmaya başladım. Ben tabi antremanları aksatınca bi müddet sonra İskender abi bizim eve geldi, merak ettiğini başıma bişey gelip gelmediğini kapıyı açan babama sordu. Babam onun hiiiiiiiç canını sıkmamasını çünkü gayet iyi olduğumu, sadece bundan sonra bu ekstra antremanlara gelmeyeceğimi söyledi. İskender abi bu antremanların çok önemli olduğu, takıma kabul edilmem için tek çıkar yol olduğu konusunda ısrar edince babam şimdi burda söylemenin uygun olmayacağı bir üslupla Ercan hocayla kendi arasındaki sorunlarının kendilerinin halletmesi gerektiğini benim bu işe alet edilmem gerektiğini anlattı. Ve 15 yaşındaki beni çağırıp “söyle oğlum gitmek istiyor musun antremana? Hani demiştin ya evladım -evet baba ben de tiksindim bu antremanlardan- diye tekrarlasana. Oğlum konuşsana dilini mi yuttun!” diye kızarmışçasına sordu. Sustum ve omuzlarımı silkerek odama gittim, böyle bi duruma düştüğüm ve belki de rezil olduğum için o gece sabaha kadar ağladım.
O günden sonra herkes gibi ben de sadece çarşamba ve cuma günleri çıktım antremana. Sonradan öğrendiğime göre babam Ercan hocayla konuştuğu için antremanlarda takımla beraber çalıştım. Ercan Hocamın düdükleri ile verdiği startlarda depara kalkıp konilerin etrafından belimi kıvırta kıvırta koştum, tüm takımla birlikte tek dizimle daire yapa yapa tur attım saha içinde. Bu sırada İskender abi köpek gibi uzakta oturmuş bana yadırgarcasına bakıyor ben de görmezden geliyordum. Futbol geleceğim açısından bu görmezden geliş çok önemliydi.
İki gün sonra Kilyos gençlerle yapacağımız maçta hoca bana da şans tanıdı. Kendimi göstermem için bulunmaz bir fırsattı bu. 72. dakikaya gelmiş ve maç golsüz beraberlikle devam ediyordu. Karadeniz ekibi bizim yarı sahada vururlarsa tehlikeli olabilecek pozisyonlara çok sık giriyordu ve etkili bir alan savunmasına ihtiyaç vardı. O alan savunmasını ise kenarda 72 dakikadır ısınan benden baskası yapamazdı. Ve nihayet oyuna alındım. Yeşil sahada ayak basmadık yer bırakmıyordum ama ayağıma top bi kere bile gelmiyordu ve sonuçta olan oldu ve iki gol yiyerek yenildik. Haliyle fatura da bana kesildi ve bol bol kınandım takım arkadaşlarım tarafından. 72 dakika ha şimdi girdin, ha gireceksin diye haybiye ısındırılıp yorulan, yetmezmiş gibi insan üstü bir performansla saha içinde koşan bendim ama sonuçta yine kötü olan ben oluyordum.
Hep beraber Ergun abinin minibüsüyle Kilyos’tan mahalleye, kulübe geldik. Moraller çökük, sinirler gergindi. Bu sırada İskender abi içeri girdi ve hafif alaysal bir tebessümle bizle yani Ercan Ziyal’in öğrencileriyle dalga geçti. Aslında bizle değil de bizim üzerimizden Ercan abiyle dalga geçiyordu, uğursuz pezevenk. Bu alaylar gitti gitti ve en sonunda Ercan abiyle ikili tartışmaya, ardından da küfürleşmeye kadar vardı. Bunun üzerine Ercan Hoca’nın tepesi attı ve kulüpten şimdi Namık’ların devraldığı büfeye kadar İskender abiyi kovalayıp, topsuz alanda bi güzel dövdü. Duyduğuma göre bu görkemli dayaktan sonra İskender abinin emarı çekilmiş.
Tabi Ercan hoca o sinirle beni yine eskisi gibi takımdan ayrı düz koşulara mahkum etti. Ben takımdan ayrı düz koşu yapa yapa bi süre sonra birey oldum. İçime kapanıp bi süre hayatımı sorguladım o koşularda. Kimdi bu insanlar? Ne arıyordum bunların içinde? İşte bu ve bu soruların cevabını kendi içimde aradım ve bir düz koşu esnasında bularak rotamı saha içinden ayırıp eve doğru koştum. Kimse de ardımdan bir dur bile demedi. Ve o günden sonra futbol hayatıma mutlu bir seyirci olarak devam ettim. Kendimi daha yararlı şeyler olan kitaplara, kağıt-kaleme verdim.
Geçen Hafta dergiden çıkıp eve geldiğimde takımdan 72. dakikada çıkıp yerine girdiğim için o günden beri bana sinir olan Selçuk denyosuyla karşılaştım. Siyah beyazlı renklere gönül verdiğimi bilen Selçuk hoşbeşden sonra “Anelka’yı da aldık varya bu sene iyice sıçarız ağzınıza” gibi gayet sığ bir cümle kurdu. Hayatta yenilmiş bir insanın gayet safiyane çırpınışıydı bu sözler. Futbol üzerinden giderek benden intikam almaya çalışıyordu. Gülümseyip eve gittim. Uykum yoktu bi kitap alıp okumaya başladım, sonra durup Selçuk’u, İskender abiyi, Ercan hocayı her halükarda yenilenleri düşündüm. Ve “Anelkaymış..... Ulan siz öyle bir takımsınız ki koskoca cihan pehlivanı Ortega’yı bitirdiniz, adam sizin yüzünüzden uzun süre hiç bir kulübe giremez bir derbeder oldu. Anelka ne yapsın tırto” diye içimden geçirdim. Kitabımı okumaya devam ettim.
3 comments:
Umarim Ortega da fayda etmez ve Dunya Kupasi'nda goremeyiz Arjantin'i. Hem onlardan, hem Maradona'dan tiksiniyorum.
ulan oglum bu adamdan bir cacık olacagı yok.(ben boyle dedim ya simdi 2 golü var en az bu macta =)) yazık günah bu maradonaya baslayacak yakında kokaine. yavsak messi oynamıyorki milli takımda. omer arjantin cıkamasın su gruptan cekecegin var benden....
he unutmadan Arjantinin kurtuluş reçetesini yazayım. Çok basit.
Diego Milito
Oncelikle sagolasin Ortega iltifatin icin :) Bu yazi da mukemmelmis ilk kez okudum, Fenerbahce'ye Messi alsak onu bile derbeder yapabiliriz, belli olmaz bize :)
Yorum Gönder