Pazar, Ocak 31, 2010

Sivasspor 1 Fenerbahçe 5

Telefona gelen ilk mesaj; dakika 30, gol Semih. Fenerbahçe deplasmanda 1-0 önde. "Heyt be, Genç Semih yazmış yine" diye gaza gelecekken, derste olduğunu hatırlama, kendine gelme.

Telefona gelen 2.mesaj; dakika 37, gol Mehmet Yıldız. Şimdi skor 1-1. "Ulan, zaten sakatlıktan yeni çıkan adamın Fenerbahçe'ye gol atmamasına şaşmalı esas, buna değil" şeklinde yorumlar...

İlk yarı böyle biter.

İkinci yarı başlar. Dakika 50'yi gösterirken, Genç Semih yine yazmıştır. Telefona gelen 3. gol mesajında yine, "Genç Semih yazmış, hey yavrum hey" diye içinden sevinilir.

Dakika tahminen 65 falandır. Dersten çıkılır. En yakın kafede maçı izlemeyi planlama. O esnada bir gol olmuş tabii, ama telefona mesaj gelmemiş. Kafeye gelinir. İçeri girilir, insanların yüzlerindeki tebessümü görünce şaşkınlık geçirilir. Fenerbahçe deplasmanda oynuyordur, nasıl oluyor da bu insanlar gülebiliyor acaba? diye sorgulanır. Sonra ekrana bakılır ve skorun 3-1 olduğu görülür.

Hemen bir masaya yanaşılır ve boş olan bir sandalyaye oturulur. "Abi, nasıl maç?" diye en klişesinden sorulur. "Fener döktürüyor" cevabını alınca yine şaşkınlık yaşanır. "Hadi yav" tepkisiyle tekrar ekrana dönülür. Tam o sırada Uğur Boral sol kanattan kaptırmıştır, kıvrak bilek hareketleriyle rakibini ekarte ederek içeri dalar ve çok nadir kullandığı sağ ayağıyla topu filere gönderir. Skor şimdi 4-1... Golün ardından yanımdaki abi bana dönerek, "Az önceki golün aynısı" der. Tam da Uğur nasıl attı bu golü yahu? diye kendi kendime düşüncelere dalacakken, söylenene göre birkaç dakika evvel yine buna benzer bir gol atmıştır.

Dakikalar ilerler, Sivasspor'un sahada futbol adına hiçbir şey yapmadığı görülür. Ne takım savunması ne de hücum organizasyonu... "Böyle bir rakibe karşı olsa da deplasmanda 4 gol atmaya sevinmeyelim mi yeğenim?",der gibi bakar yanımdaki abi. Haklıdır tabii. Rakibin durumu ne olursa olsun, Süper Ligde deplasmanda 4 gol atmak güzel bir olaydır. Tabii bu arada, izleyemediğimiz dakikalarda kaçan bir sürü gol pozisyonun da haberini alırız sonra.


Onca eksiğe rağmen, e tabii az önce zikrettiğimiz rakibin eskisine nazaran zayıflamış yapısının da etkisiyle, Fenerbahçe'nin yedekten gelen oyuncularının sahada pek sırıtmadığını, hatta gayet iyi oldukları düşünülür.

Daha sonra Gökhan Gönül golünü atar ve amiyane tabirle perdeyi kapatır. Golde şu fark edilir tabii, Gökhan topa vurmadan önce rakip ceza sahasında Fenerbahçe'den Gökhan da dahil olmak üzere 6 oyuncu vardır. Deplasmandaki maçın sonlarında bir şekilde gol atma arzusunda olan, zorlayan Fenerbahçe'yi görmek (tekrar etmek gerekirse zayıf Sivasspor'a karşı olsa bile) sevindiricidir. Belki iki hafta sonra yine bu yapılmayacak olsa dahi, bugün buna sevinilmelidir. Çok güzel hareketler bunlar demelidir (20 dakika falan izlemişsin maçı alt tarafı, ne bu kadar yorum deme sevgili okur, 20 dakika bile yeterliydi güzel şeyleri görmek için).

Maç biter. Eve gelinir. Güntekin Onay ve Rıdvan Dilmen'in de maça dair aynı şeyleri söylediği görülür. Hatta burada daha önce yazdığımızda yanlış anlaşılan bazı şeyleri bu ikilinin ısrarla söylediği görülünce tebessüm edilir. Onların ne olduğunun detayına bu sevimli yazıda girmeyeceğim ama... Sadece Semih ve Selçuk diyeyim, siz anlayın.

Son olarak maçın adamının Uğur Boral olduğunu iddia etsek abartmış olmayız herhalde. Sivasspor da böyle devam ederse Denizlispor'un yanına demir atma konusunda gönüllü takımlar listesinde iddialı olur gibi geliyor bana (yoksa şüphen mi var?).

Cumartesi, Ocak 30, 2010

Rıdvan Dilmen #5


Rıdvan Dilmen
: "Bazen evde eski Fenerbahçe formalarıma,eşofmanlarıma bakıyorum. İnanır mısın ağlayacak gibi oluyorum. Çocukluğumun takımında oynadım. Tabii o zamanlar böyle şeyleri hayal bile etmiyorsunuz ama 5 hafta bile olsa o takımın başına geçtim. Hala o günleri düşündüğümde ağlayacak gibi oluyorum...''

Cuma, Ocak 29, 2010

Blog Söyleşileri #3: Varol Döken


100 kişiye sorduk, Türkçe içerikli bloglar aleminde yazılara yaptığı yorumlarla aklınızda kalan birisi var mı diye. Cevapların büyük kısmında zikredilen isim Varol Döken oldu. E şimdi böyle bir gerçek varken biz boş durur muyuz? Durmayız tabii. Varol Döken'in ayağına kadar gittik (mecaz anlamda), sorular sorduk, güzelce cevaplar aldık. Sorulması gereken daha çok soru vardır elbette, atlamışsızdır bunları, aklımıza gelmemiştir falan ama ne yapalım, o kadar kusurumuz olsun değil mi?

Blogu açtığım ilk günden beri belli başlı bir dilbilgisi kaygım vardı, ama Varol Döken bunu alt üst etti. İlk defa blogdaki bir yazının üzerinde bazı düzeltmeler yapmadan yayımlayacağım, çok heyecanlıyım...

Lafı daha fazla uzatmadan sizi eğlenceli varol Döken söyleşiyle başbala bırakıyorum. Ve bir kez daha buradan da Varol Döken'e teşekkür ederek tabii.


***

"Dünyada bir tane Varol Döken var"


Memlekette blog yazarak popüler olmaktan ziyade, bloglara yorum yaparak ünlenen benim bildiğim bir kişi var; o da Varol Döken. Nedir bu mesele? Nasıl gelişti olaylar? İlk aklıma gelen Aceto Balsamico blogunda Ramon adlı bir İspanyolla yaşadığın tartışmalarla seni tanımıştık sanki? Doğru mu hatırlıyorum, Ramon’un hasmı diye biliyorduk hatta.

bak böyle yazıyorsunuz sonra aceto ile ben oturuyorum sofraya... bütün heybetiyle dikiyor gözlerini sen ünlü mü oldun lan diyor... valla ünlü değilim ben abi, saygılar... ya bilmiyorum nasıl gelişti... aceto balsamico ile başladım... e vakit yarattık yaza yaza büyüttük adana karpuzunu... oradan oraya... ramon ile de oldu öyle bir tartışma... vardır etkisi sanırım bilinirliğin artmasında, bayağı bir kapışmıştık, duyan gelmiş, ayırsanıza oğlum bakacağınıza... gerek de yoktu hiç... ama ramon burayı okuyorsan gelcem oğlum roma’ya!

Reklam sektöründe çalışan birine sorulması gereken en klişe soruyu sormak istiyorum; reklamın iyisi kötüsü olur mu? İyi bir reklam için kriterler nedir sence?

kavunun iyisi kötüsü olduğu gibi reklamın da iyisi kötüsü olur... bile bile kötü reklam yapıyorsan iyi reklam olur ama o, amaç önemli... sektörün ne, kitlen kim... elindeki ürünü kime satmak istiyorsun? ilk hesapta sadece konuşulmak tanınmak mı istiyorsun? yoksa satayım malımı, vurayım voliyi, çekileyim köşeme, alayım bir bağ evi, oh mis gibi derdinde misin? kısacası iyi reklam amaca hizmet eden reklamdır... o yüzden iyi reklam iyi reklamcıdan önce iyi müşteri vardır... bu herkesin atıp tuttuğu yaratıcılık o kadar mühim bir mesele değil... her ürünün içinde vardır zaten büyülü bir yan... göreceksin onu... evirip çevireceksin... bulacaksın onu... o geldi mi fikriyle gelir zaten... hayat bir fikirdir... yaşamak iyi fikir... bak güzel slogan oldu... olmadı deme, üzme beni... iyi reklamın kriteri, araştırmaktır sonra... ürünü iyi tanımaktır... markayı tanıyacaksın, kime neden sattığını bileceksin... şimdi gaza gelip topkapı-tuzla otobüsünde halkı tanımaya çıkma ama... üzer seni belediye otobüsleri... iyi reklam belli eder kendini 100 metreden şıp diye anlarım ben onu... 2 örnekle açıklamak varken bu kadar laf ettiğime göre iyi reklamcı değilim ben... kötü reklam: cengiz küçükayvazlı byron reklamı... laptopu yemeğe çıkartan reklamcı arkadaş da okuyorsa burayı o yemekte ne içtiler sormak isterim... iyi reklam: kiracinindrami.com... çok iyi reklam: durex babalar günü ilanı...


Bilmiyorum bu dediğime yorum yapar mısın ama söylemeden edemeyeceğim. Ülker ve Eti’nin reklamlarının genel olarak çok kötü olduğunu düşünüyorum. Senin fikrin nedir? Umarım bu işlerin altında imzan yoktur.

bak üstte çalımı bastım, gole gidiyorum şimdi... genel olarak diye bakamam ben... özeline inerim, parça pinçiğe inerim... moleküllerine kadar inerim o markanın... eti’nin misal, köyde çektiği bir reklam var... erdal özyağcılar... bakkal sahibi... eti’yi falan deniyor hani... sen belki beğendin belki beğenmedin o filmi... ama o reklam iyi reklam... sebebi şu... doğu’daki bakkallara sokmuyorlar eti’yi... ülker imparatorluk kurmuş oralarda... eti de diyor ki ben de varım... güzel de diyor... ülker’in de var mis gibi reklamları... dan kekleri, magma ları kim unutabilir... kötüsü de var tabi, bunlar büyük markalar bir sürü ajansa dağılmışlar, her bir ürünü bir marka olarak görmek lazım... ben yapmadım ülker eti, varsa ülker eti yetkilisi okuyan, göz kırparım onlara burdan, işve ederim...

Her fırsatta çalıştığın yerde diplomanın hiç sorulmadığını söylüyorsun. Nasıl bir yerde çalışıyorsunuz kuzum, laf olsun diye de olsa diploma sorulmaz mı hiç?

meslek zaten laf olsun diye yapılıyor... girdiğim hiçbir ajansta sormadılar nerden mezunum diye... ben araya sıkıştırdım, fakültenin kantininde hep reklam konuşurduk biz falan, kimse oralı olmazdı... adam neticede yazabiliyor muyum yazamıyor muyum ona bakıyor... diplomada iyi yazıyor yazmıyor neticede... amma yazıyor yazıyorum lan... yoksa yazamıyor muyum? bak kendi içimde çelişkilere savurdun beni...


Tavukçuzade duruyor mu hala? Hanidir geçmedim oralardan da, sormak istedim (bayağı özel bir soru oldu ama).

çok yakında kapanış partisiyle aranızda... açıldığına inanıyorsun da kapanacağına neden inanmıyorsun!

Bir rivayete göre aslında Varol Döken diye biri yok. Bizlerin Varol Döken diye bildiği isim aslında, Flying Dutchman blogunun yazarı Fırat Topal’ın alt benliğiymiş. Öyle diyorlar… Milletin yalancısıyım, bana kızma şimdi hemen. Bu iddialara nasıl yanıt vermek istersin? Gerçekten var olduğunu ortalığı kırıp dökmeden nasıl ispat ederdin?

çok açık söyleyeyim sokayım varol döken’e... varol döken diye alt benlik mi olur lan? beni kendimden soğuttuğunuz yemin ediyorum! kendi varlığımdan şüpheye düşürdünüz... bu iddialara 0-1-2 diyorum... daha iddialı olan varsa pera balık’tayım ben mütemadiyen, bir büyüğü devirir masayı devirmem... kadehi de içtikten sonra yere atan nankördür... sözüm sana bülent ersoy...

Her Boku Bilen Adam der ki; “Varol Döken'in yorum bırakmadığı bir blog, gelişimini tamamlamış bir blog sayılamaz.” Her Boku Bilen Adam diyorsa bunu bir bildiği vardır diye kestirmeden yorumlasan şu cümleyi, ne dersin?

kendisinin nezaketi, kendisinin güzelliğidir o... ne kadar bildiğini de en çok kendisi bilir insanın... ben bilemem... 3 yaşımdan beri bir gelişme gösterememiş adam blogu nasıl geliştirsin derim naçizane...

Piyasadaki belli başlı blogların tanıtım metnini yazmanı isteseler, mesela Aceto Balsamico, Flying Dutchman, Lambuja vs. nasıl tanıtırdın bunları? (Bonus olarak Ariel Ortega blogu da listeye ekleyebiliriz tabii)

blogidmanyurdu maçlarına “futbolu bir de bloglardan izleyin” pankartıyla çıkıyorduk... bu tatta bir şeyler yazardım sanırım... ama ne güzel yazardım... millet işi gücü tv yi gazeteyi bırakıp bloglara koşardı... koştururdum yurdum insanını... kahvelerde len güdünün memo, acedo bugün ne yazmış okudun muu, ronaldo az ceza aldı yazmış, valla ben ronaldocuyum ama adam yazıyor vallah diye konuştururdum... flying dutchman’ı edirne’den öteye taşırdım ama benim ingilizcem kötü... ingilizcem iyiydi de çevrem kötüydü...


Günlük ortalama kaç blog okuyorsun, takip ediyorsun? Bildiğim kadarıyla gayet seçicisin bu konuda ama çekinmeden cevap versen, isim de verirsen tabii daha da mutlu oluruz.

ben bir tek günde ortalama kaç kadeh içtiğimi bilirim... gittim baktım ama senin için... bilfiil takip ettiğim 13-14 blog var... başta dediğim gibi aceto ile başladım, önce futbol blogları... flying dutchman, pennearabiata, lambuja, borges, sen... bunlar yetti bana futbol burama kadar geldi... hayat feci halde futbola falan benzemez, dar alanda kısa paslaşmalar da bok gibi filmdir... neyse hayatı kim neye benzetiyor diye merak ettik vdgrl’i bulduk... siminya sonra... bunlar da ama futbol bloglarına bırakılan yorumlardan... öyle öyle derken... niye öyle öyle diyorum lan... insan hiç öyle öyle der mi... hep dizi numaraları bunlar... su içmek istiyorum galiba diye bir diyalog duyarsan bırak o diziyi izleme artık... vdgrl, siminya, tubikcenk, lasantaroja, doriscan, samihazinses, malumafatrus, hich-space, herbokubilenadam da eklendi en son... gayet seçici değilim ama... gayet olmak istemiyorum... sadece okuduğum blogu tam anlamıyla tanımaya çalışıyorum... eski yazıları falan da okuyorsun yeni keşfedince... eh vaktimiz var dedik de 24 saat okuyoruz demedik... yetişebileceğim bir sayıda tutmaya çalışıyorum... seçici demeyelim, sevici diyelim... yok lan bunu hiç demeyelim... yani bilmiyorum ki ne dediğimi... seviyorum lan sizi bloglar... sıradaki soru...

Fırat Topal’ın blogundaki yorumlarına dikkat ediyorum da parça parça yorum bırakıyorsun. Sanki “dur lan şunu da söyleyecektim” diye heyecanla ne yazacağını hatırlayan adam imajı var gibi. Neden tek parça halinde uzun yorumlar yazmıyorsun? Uzun yazıları okuruz diyen birinin uzum yorumlara karşı olmayacağını düşünerekten soruyorum bunu.

heyecanlanıyorum ben o bloga girince elim ayağım birbirine karışıyor... koymuş adam ödülü köşeye nasıl heyecanlanmayasın... sanki ödüllü bir bloga geldiğini unutma ey yolcu der gibi... şimdi bunu dutchman a yazsam 3 parça halinde yollardım... parça kontör gönderiyor bana her yorum için... maksat yorulsun güçten düşsün, takattan kesilsin, dili damağına yapışsın... yani ne diyim... bazen kısa bazen uzun, konuşur gibi yazdığım içindir muhtemelen... o an karşımda olsa bak derim dutchman derim bir es veririm, seni gözüm hiç tutmuyor derim bir es daha veririm, ayağını denk al derim, bu blog aleminde ikimizden biri fazlayız... lan senin blogun yok ki gerizekalı der, şaşırırım ben... uzun uzun şaşırırım...

Her zaman aklıma gelen ama her seferinde sormayı unuttuğum o soruyu hatırlamışken sorayım. 1999 tarihli “Hayallerim Suya Düştü” adlı kısa filmi çeken Varol Döken sen miydin?

dünyada bir tane varol döken var... film yakında torrentlere düşer... torrent ne ben de sana soruyorum... böyle herkes biliyormuş gibi konuşuyor deliriyorum... oğlum valla bilmiyorum ben rep nedir troll nedir torrent nedir... bakır kalay bilirim ben, güğüm kazan bilirim...


Neden Fenerbahçe diyelim, herkesin ya bir hikayesi vardır, ya da farkında olmadan başlamıştır sevdası. Senin bir hikayen var mı?

Cevap: fenerbahçe dedemin mirası bana... öyle lafta miras değil ama... manchester city maçının plağını bırakmış benim için... hep bir erkek torun istiyormuş... göremedi beni... lan bak gözlerim doldu iyi mi... babaannem sonra... 6 yaşıma kadar o büyüttü beni bizimkiler çalışıyorkene... kalbinden dolayı maçları izleyemez bana sorar... artistik patinaj şampiyonası izler, 1500 parçalık puzzle’lar yapar... atkı örer bana sarı lacivert... öyle de güzel bir babaanne... babaannemin ellerinden öperim... eh baba da var tabi... mithatpaşa’da duhuliyenin gediklisi... o da bambaşka sever feneri... en büyük fenerbahçe!

Fenerbahçe bayan voleybol takımını izleyerek kendinden geçmek mi, yoksa Daum’un Fenerbahçesinin deplasman maçlarını izleyerek kanser olmak mı? Hangisini yapmalı?

voleyboldaki kızlarımız deplasmandaki maçlara çıksın... çözüm insanıyım ben...

Peki ya İpek Soroğlu?

bir gün olur da bu satırları okursan ipek, yani buraya kadar dayanabildiysen neden ipek sorusunun cevabı olmuşsundur... ama yok dayanamam ben öyle yazmışsın manda t.ş.ş.ğ.ı gibi uzun uzun dersen, mutluluklar dilerim sana, kötü konuşmam arkandan, zaten takımda yedekti demem...

Şimdi bir cümle yazacağım noktalı kısmı sen tamamla. Zico’lu Fenerbahçe’yi unutamıyorum, çünkü….

çünkü ben hayatımda birbirine bu kadar yakışan bir ikili daha görmedim... rakı ile balık gibi, kavun ile peynir gibi sarı ile lacivert gibiydi zico ile fenerbahçe... bak yine gözlerim doldu...

Aziz Yıldırım hakkındaki düşüncelerini merak ediyorum. Nasıl bir başkan sence?

10un hikayesini izlediğimde gerçekten etkilendim... neden etkilendim... adam 10 yıl önce verdiği sözlerin hepsini bir bir yerine getirmiş... bakın bu çok büyük bir özelliktir bu ülkede... verdiğin sözün arkasında durmak... arkası uçurumdur büyük yerlerde dolananların... düşmesi kolaydır... aziz yıldırım kendi sözlerinin kuyusuna düşmedi... ne düşünürsen düşün, ne dersen de bu hakkı vermeli önce her insan... bahsettiğim öyle ucuz ucuz sadece stat yaptı geyiği değil... fenerbahçe tarihine geçecektir aziz yıldırım... tarih kişileri değil olayları yargılar çünkü... ama ben kişisel olarak zico’dan beri dargınım başkanıma, küskünüm başkanıma... ortega’yı getirince nasıl sevdiysem onu bir çocuk gibi, şimdi de küsüm ona bir çocuk gibi... ha bunun yanında binlerce hikaye daha vardır ama benim aklım bu kadarına basıyor bana ne lan aziz yıldırım nato ilişkisinden!


Senin, benim ve futbolu gerçekten seven herkesin gönlündeki efsane bidon Güiza ve onun gibi Fenerbahçe tarihinin unutulmak istenen teknik adamları listesine kafadan giriş yapmasına şaşırılmaması gereken Aragones ve bir de Josico vardı doğru. Nedir bu İspanyollardan çektiğimiz sence?

ispanya dan buraya gelen adamı sorgularım ben... alırım karşıma... derdin ne oğlum senin derim... boğaz rakı balık şiş kebap kızlar güzel de nereye kadar lan derim... adamı hasta etme çık git derim... yürü git derim... ama hala geliyorsa o adam demek ki paraya geliyor derim... sırf parayla da olmaz abi bu işler derim... ispanyolları da sevmem fazla... ama ramon buraya kadar okuduysan bitsin gayri bu küskünlük... yeniden kapışmak için önce barışmamız lazım...

Seinfeld hayranlığını biliyoruz. Çevremdeki Seinfeld hayranlarında gördüğüm bir şey var, o da Seinfeld felsefesi adını verdikleri şeyin hayatın her alanında uygulanabilecek türden bir şey olduğuna inanmaları. Sende de var mı bu durum?

ben dizi bitti mi tv’yi kapatır uyurum... ha bana dersen ki seinfeld’ten komik dizi var, uyanırım uykumdan aniden... felsefe yapmam direkt dalarım sen ne anlarsın lan diye... hayatımın her alanında böyle kaba davranmam ama... şarap kadehini kavradığım gibi kavrarım kadınımı belinden...

Sosyal medya ile aran nasıl? Facebook hesabın var, onu biliyorum. Twitter, friendfeed vb. siteleri kullanıyor musun? Twitter dediğin ne boş beleş şeydir arkadaş, dedikten sonra twitter hesabı alan usta blogger bir abimiz için yorumun varsa bir de, onu da alalım buradan.

twitter yapmam diye büyük yemin ettim ya, adım başı bir cümle geliyor aklıma hepsi 146 karakter... gerçek hayatımda öyle konuşmaya başladım??? lan cıvıldamak.com diye site mi olur, adamı deli etmeyin... söyleyecek bir sözünüz varsa yüzüme söyleyin! kullanmam ben twitter, istemem ben friendfeed... ama arkadaşlıklarda sevgi şart bunu bilirim bunu söylerim... öyle üstüne varmam sosyal medyanın gerekli gereksiz üzmem onu... sosyal medyayı amaçlarım doğrultusunda mis gibi kullanırım, gül gibi geçinir gideriz... amaçlar derken ne sapıkça gözüküyor ordan de mi... ulan ne gibi bir amacım olabilir, boş vakitleri değerlendirmece işte... usta blogger abine diyeceğimi 24 nisan’da şen ve parlak bir cumartesi sabahında Ambertfottürüde yüzüne karşı söyleyeceğim, eğer izin verirse herkes de öğrenecek... böyle de büyük reklamcıyım, kitleleri 24 nisan’a kilitlerim...

Roberto Carlos’a o kadar dedim, git dedim, Varol Döken’den helallik iste dedim ama dinletemedim… Bunu da belirtmek isterim. Karakteri bir yana, bunca yıllık topçuluğu için bir yorumun var mıdır?

karakteri bir yana bırakamam... deme bana karakteri bir yana bırak... ha abi torbaları bir kenara bırak da iki kadeh atalım dersen bırakırım torbaları... ellerimdeki yükten kurtulurum... kadeh tutmaya yarar çünkü bu eller en çok... ama bana dersen karakteri bir yana bırak... deme bana karakteri bir yana bırak... karaktersiz adam roberto carlos... bak şimdi ben bu sinirimi ne yana bırakayım... bunca yıllık topçuluğuna yorumu topu bilen yapsın, ben insanı bilirim ve derim ki roberto carlos yalancının önde gidenidir...

Son olarak “Varol Güven kimdi abi ya?” dedikten sonra, vakit ayırıp soruları cevapladığın için teşekkür etmek isterim.

dur dur gitme... bir soru da ben sorayım kendime müsaadenle...

Soru: oğlum senin başka işin gücün yok mu lan?

Cevap: sana da ne yapsak yaranamıyoruz be abi... hiç sevemedin kendini gitti bir türlü...

Asıl ben bizzat kendim teşekkür ederiz sorana okuyana sokarım böyle uzun röportaja diyip en başından kapatana uçan kuşa martılara benden selam söyle Anadolu’ya...

Çarşamba, Ocak 27, 2010

Dorian - Gel Gör Beni




ben yürürüm yana yana
aşk boyadı beni kana
ne akilem ne divane
gel gör beni aşk neyledi
gel gör beni beni aşk neyledi
derde giriftar eyledi
ya elim al kaldır beni
ya vaslına erdir beni
cok ağlattın güldür beni
gel gör beni beni aşk neyledi


***

Bu arada Sigara Yanıkları blogundaki "En Etkili Sona Sahip Türk Filmi" anketini boş geçmeyiniz efem..

Sürekli Söylendiğinde Kelime Anlamını Yitiriyor Gibi

Pazar, Ocak 24, 2010

Haybeden Gerçeküstü Lakırtılar #22


* "Arkadaşlık aşktan daha zordur. Çünkü daha uzun sürer". Harry Truman

* 22 adamın bir topun peşinden koşmasına anlam veremiyorum, diyerek futbolu ve futbolu sevenleri aşağılamaya çalışayan bir kısım entellektüellerin sürekli bu argümana sarılmasına bir anlam veremiyorum ben de. Hem zaten sen futbola baktın baktın ama bir anlam veremedin diye neden futbolu aşağılıyorsun arkadaşım? Ben de bazen bir opera eserine bakıyorum bakıyorum ama bir anlam veremiyorum. Ama öyle senin gibi kestirip atmıyorum hemen. Entellektüelsin diye milletin sevdalarını aşağılama hakkını mı verdiler sana, hayırdır?

* Kelime oyunlarıyla yazan, espri yapan insanları severim. Bu zekanın göstergesidir. Elbette bu kelime oyunlarını kullanırken salt iğrenç espri eksenli yaşayanlar da vardır, ama onlarınki de zekadan kaynaklanıyor yine. Adam bir şekilde kelime oyunu yapmış, kafayı yormuş o işe. Sen dersin ki, bu boş beleş bir iştir. O senin düşüncen derim. Gazetelerde, dergilerde işin daha hoş olan kısmıyla uğraşan Vedat Özdemiroğlu ve Latif Demirci gibiler var. Kelime oyunlarını çok yaparlar. Bu iki abinin de tarzını çok beğenirim. Burayı okumasalar bile selam ederim kendilerine.

* Arkadaş bu ne soğuk yahu? En kötüsü de kuru ayaz ya da kuru soğuk işte her ne diyorsanız, ondan bence. Zaten bunu iklime göre yorumlarsak da, haklı çıkarım iki dakikada. En tehlikeli soğuk kuru soğuktur. Yağış havayı yumuşatır çünkü. Coğrafyam çok kötüdür ama derslerden bu aklımda kalmış. Öyle olması lazım. Bu bilgiyi hatırladığıma eminim. Gerçi şu an cümleyi çok iddialı girince, bir yandan da tırstım. Acaba yanlış mı hatırlıyorum bilgiyi diye üç buçuk atmaya başladım. Bu yazıyı okuyan ve bu konuda uzman olan biri çıkar da, iki dakikada harcayabilir beni. Rezil olurum. Neyse, yanlış hatırlamışım der geçeriz ya. Amma büyüttüm meseleyi.

* "Köpek Öldüren" diye bir şarap var ya hani. Ben tabii içkisi, sigarası olmayan sporcu bir insan olarak, uzağım böyle şeylere. Tam olarak hangi marka şaraba ve ne sebeple dendiğini bilmem, ama çok duydum ismini. Efendime söyleyeyim bu lafı, yani Köpek Öldüren'i, ilk duyduğumda ortada bir vahşet durumu var sanmıştım. Vay şerefsizler, demek köpeği öldüren bir şey mi bulmuşlar diye söylendiydim hatta. Meğer bahsedilen şey şarapmış. Tabii bu cahilliğimi çevremdeki alkolik arkadaşlarıma hiç çaktırmadım. Karambole öğrendim meselenin gerçeğini. Böyle zamanında yanlış öğrendiğim, sonradan hiç çaktırmadan doğrusunu bulduğum olay çoktur. Anlatsam blog yetmez lan! (yalana gel...)

* Bi de bu "Köpek Öldüren" eğer bir köpeğe içirilirse o hayvancağızı öldürüyor mu acaba? Yoksa ondan mı bu isim takılmış? Onu da merak ettim bak bir yandan.

* "Balyoz Eylem Planı'na göre, tutuklanacak 200 bin kişi Fenerbahçeli mi?Değilse neden Şükrü Saraçoğlu stadına yerleştiriyorlar. TFF'den bir açıklama bekliyorum". Latif Demirci / Hürriyet

* Bugün bir meslekdaşımla ciddi ciddi Fenerbahçe-Galatasaray tartışması yaşadım. Kendisi karşı cinsten, ama düşüncesini savunma biçimi hemcinslerimi anımsattı bana. Tek eksiği konuşurken araya noktalama işareti gibi küfürler yerleştirmemiş olmasıydı. Futbol gibi basit bir konuyu uzatıp uzatıp tartışmak, sanki devlet meselesi kıvamında ele almak biz erkeklere özgüdür bence. Öyle olmalıdır. Ondan şaşırdım. Bu hatun kişiyle bayağı tartıştık. Ama tartıştık derken, düşüncelerimiz çarpıştı yani. Sinirlenmeden, sakin kalmaya çalışarak konuştuk. Tuttuğumuz takımı neden tutuyor olduğumuzu ballandıra ballandıra anlattık, ara sıra da rakibin kötü olduğunu düşündüğümüz yanlarına değindik falan. Hiç yapmadığım şeydir aslında insanlarla Fener-Cimbom atışmasına girmek ama ortaokuldan beri bu denli hararetli tartışmamanın verdiği heyecandan mıdır bilinmez, özlediğimi fark ettim. Böyle dakikalarca aynı tezin sanki farklı ve yeni bir şey söyleniyormuş gibi öne sürüldüğü ve aslında iki tarafında durup durup aynı örnekleri verdiği bir tartışmadır Fener-Cimbom meselesi. Bazı siyasi tartışmalar da böyledir. Severiz ya havanda su dövmeyi, ondan severiz böyle meseleleri...

* Bugün 24 Ocak. 9 sene önce bugün, Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan, 4 koruması ve şoförü, uğradıkları silahlı saldırıda öldürüldü . Diyarbakır halkına bugüne dek yanlış yaklaşan ya da öcü gibi gösterilen bazı devlet görevlilerinden çok farklı bir profil çizmişti Gaffar Okan. Çok sevilmişti Diyarbakır halkı tarafından. Fakat bu durum işine gelmedi birilerinin. Baktılar ki oradaki insanlar devletine daha sıkı bağlanacak, bunu engellemek için kanlı bir eyleme imza attılar yine. Diyarbakır'da sağduyuya, devlet şefkatine kurşun sıktılar. Hain saldırıda kaybettiğimiz Gaffar Okan'a ve aynı saldırıda hayatını kaydeden diğer vatandaşlarımıza bir kez daha Allah'tan rahmet diliyorum.

* Bugün 24 Ocak. 17 sene önce bugün, gazeteci ve yazar Uğur Mumcu, otomobiline yerleştirilen bombanın patlaması sonucu öldürüldü. Olayın arkasında olanlara hala ulaşılamadı, ya da ulaşılmak istenmedi. Uğur Mumcu araştırmacı bir isimdi. Terör örgütünün ülke içi ve dışı bazı bağlantılarını öğrenmişti. Bunlar arasında ülkedeki bazı kurumlar ve saygın isimler de vardı. Keza yurt dışından bazı bağlantılar. Sonra ne oldu? Yine birilerinin işine gelmedi bu durum. Telaşlandılar ve gerisi malum... 17 yıl önce kaybettiğimiz Uğur Mumcu'ya da Allah'tan bir kez daha rahmet dilerim.

* Neyse,daha fazla yazasım gelmedi. Bu seferlik yetsin bunlar.

* "İsterseniz yanlış düşünün, ama her durumda kendi kafanızla düşünün". Doris Lessing

3-0

Açıkçası maçı yine 3-0 alacağımızı tahmin etmiyordum. En azından bir set veririz diye düşünmüştüm. Hatta ilk seti izlerken kaybedeceğimizi sandım bir an için ama neyse ki kızlar benim gibi ümitsizliğe kapılmıyorlar hemen. Yine harika bir mücadele vardı ve Eczacıbaşı gibi güçlü bir takımı da set vermeden geçtiler. Helal olsun...

ECZACIBAŞI ZENTİVA-FENERBAHÇE : 0-3

Salon: Eczacıbaşı

Hakemler: Ümit Sokullu, Hayrettin Durak

Eczacıbaşı Zentiva: Esra, Maria Borisenko, Maja Ognjenovic, Natalia, Gökçen, Neriman

Fenerbahçe : Çiğdem, Gamova, Natasa Osmokrovic, Eda, Dirickx, Seda, Nihan (L), Songül

Setler: 18-25, 12-25, 17-25

Süre: 65 dakika (22-21-22)

Kapatalım Tükkanı #2



Facebook'ta yaptığım yorumu burada da yapayım;10'da 1'i diyorum, yok bu memlekette!
Ülkedeki tüm tribün gruplarını üst üste koy, yine yetmez...

Sendeki bu Batı hayranlığı ne olacak ey Ortega efendi...

Cumartesi, Ocak 23, 2010

Robbie Fowler


Fotoğraf Daily Mail'den. Fowler Avustralya'da, Townsville'de yaz tatilini geçiriyormuş. Dalgalarla birlikte hoş bir kare olmuş. Muazzam bir görüntü, ve o karenin içinde efsane isim Fowler tabii ki...

Cuma, Ocak 22, 2010

Fenerbahçe 3 Denizlispor 1


Garip bir maç. Sahanın zemini üzerine detaylı yorum getirecek kadar ciddi bir bilgi birikimim yok ama herhalde o sahada adam akıllı top oynanmayacağını iddia etmek için o denli bilgi birikime de ihtiyaç duyulmaz, duyulmamalı.

Brezilya'da sambacıların peşinde koşarken, o adamları oynatmayı düşündüğünüz zemine bu denli üvey evlat muamelesi yapmak tartışmaya müsait bir konudur(şu an düzeltme çalışmalarının yapıldığını biliyorum tabii, ama geç kalındı). Mart'tan önce zemin düzelmez demiş Aziz Yıldırım. Öyleyse Fenerbahçe'nin ciddi fikstür avantajı öyle pek de ciddi bir avantaj değil galiba Abidin. Haksız mıyım?

İyi futbolun beklenmemesi gereken maçta, zorlanılsa da 3 puanı almak, ikinci yarıya da 3 puanla başlamak güzel. Alex'in olmadığı maçta, kazanabilmek de güzel. Lakin önümüzdeki hafta 4 as oyuncundan yoksun olmak kötü. Üstelik Lugano, Santos ve Baroni'nin profesyonellikle bağdaşmayan haraketlerle kart görerek cezalı duruma düşmesi de tartışılmalı. Oynadığı takımın, üzerinde taşıdığı formanın büyüklüğünü unutmamalı bu adamlar. Aykut Kocaman orada bunun için var. Umarım haftaiçi gerekli uyarılar yapılır bu topçulara. Rıdvan Dilmen'in maç sonu yorumunu dinledim. Güzel bir öneride bulundu. Cezalı konumdaki oyuncular da Sivas deplasmanına götürülmeli. Belki niyetleri o deplasmandan kaçmak olmayabilir, durduk yere günahlarını almayalım adamların ama şampiyonluk yolunda böyle şeyler yapılmalı, hem birlikte olmanın gereksinimleri de bir şekilde yerine getirilmiş olur. Sahada ya da yedek kulübesinde olamayacak olsalar bile, o deplasmana bu adamlar gitmeli, ve maçı da tribünden takip etmeliler.

Özer'in attığı golde, Semih'in sonuna kadar zorlaması, Güiza'nın içeriye topu iyi kesmesi ve Özer'in şık bir şekilde topu ağlara yollaması güzeldi. Daha güzel olanı ise, her ne kadar yaptığı hareketin cezası sarı kart bile olsa, Özer'in gol sonrası taraftarla bütünleşen görüntüsüydü. Severiz böyle görüntüleri. Sarı kartla cezalandırılmasını da anlamam... O görüntüde kendimi bir an için Prömiyer Lig maçında gibi hissettim. Hava da müsaitti zaten yağmurdan dolayı...

Denizlispor'da teknik direktör Hakan Kutlu'yu sevsem de, bu takımın ligden düşmesini istiyorum. Bunu bir Fenerbahçeli olarak istiyorum. Siz istediğiniz yere çekebilirsiniz bu yazdığımı. Kazanmanın yanı sıra, düşene bir tekme de biz vurduk diye daha da mutlu oldum bu açıdan. Biz de önümüzdeki maçlara bakalım artık.

not: Rıdvan Dilmen'in maça gidip, Baroni'nin oyununu çıplak gözle izleyebilme şansına erişmesi ve onun futboluna dair aşağı yukarı benimle aynı şeyleri söylemesi hoşuma gitti. Yalnız değilmişim demek ki. Tıpkı Rıdvan Dilmen gibi ben de o bölgede ileri çıkan, devamlı şut deneyen, ofansif gücü kuvvetli adam alınmasından yanayım. Baroni kötü adamdır demiyorum, sadece orada Emre'nin yanında olması gereken esas oyuncu tipi değildir demek istiyorum. Mesele Mehmet Demirkol - Ferrari meselesine dönmesin isterim bir yandan da...


Transfer Meselesi

Futbol kalitesi olarak bakıldığında, Dünya'nın en iyi 5 ligi diye bir sıralama yapılsa, herkes bir liste çıkarır ama öyle tahmin ediyorum ki, verilen ülke liglerinin sıralanışı aşağı yukarı şöyle olurdu;

1- İngiltere
2- İspanya
3- İtalya
4- Almanya
5- Fransa

Elbette ki bu çıkardığım listeye itiraz edenler ve kendi listelerini yazanlar olacaktır ama genelin oluşturduğu liste aşağı yukarı böyle olacaktır diye tahmin ettiğimi yineleyeyim.

Şimdi neden böyle bir giriş yaptım. Meselemiz transfer ve Süper Ligin şampiyonluk yolundaki en önemli iki adayının takımlarındaki yabancı oyuncuları ve bu oyuncuların hangi ülkenin liginden geldiklerini bir karşılaştıralım isterim.

Fenerbahçe'yle başlayalım.

Fabio Bilica: Fenerbahçe'ye Sivasspor'dan geldi. Sivasspor'a ise Romanya liginden geldi.
Diego Lugano: Brezilya liginden geldi.
Alex de Souza: Brezilya liginden geldi.
Cristian Baroni: Brezilya liginden geldi.
Andre Santos: Brezilya liginden geldi.
Deivid de Souza: Portekiz liginden geldi.
Daniel Güiza: İspanya liginden geldi.

Gördüğünüz gibi, yukarıda zikrettiğimiz ülkelerin liglerinden yalnızca bir isim var. O da Güiza. Mevcut kadroda bulunan 7 yabancı oyuncudan 1'i...

Şimdi bir de Galatasaray'ın mevcut kadrosundaki yabancı oyunculara bakalım.

Leo Franco: İspanya liginden geldi.
Tobias Linderoth: Danimarka liginden geldi.
Elano Blumer: İngiltere liginden geldi.
Abdul Kader Keita: Fransa liginden geldi.
Lucas Neill: İngiltere liginden geldi.
Milan Baros: Fransa liginden geldi (İngiltere'de kiralık oynadığı sezonun ardından geldi).
Harry Kewell: İngiltere liginden geldi.
Shabani Nonda: İtalya liginden geldi (İngiltere'de kiralık oynadığı sezonun ardından geldi).
João Alves de Assis Silva: İngiltere liginden geldi. (6 aylığına kiralandı)

Şu an Galatasaray'ın kadrosunda 9 adet yabancı oyuncu var. Bunlardan en az birisi gitmek durumunda ama biz mevcut kadrodaki yabancı oyuncuları bahsettiğimiz kritere göre değerlendirirsek, Galatasaray'ın 9 yabancı oyuncusundan 8'i yukarıda bahsettiğimiz üst düzey beş ligden gelmiş.

Konuyu nereye getirmek istiyorum peki? Efendim, elbette ki yukarıda zikrettiğimiz 5 ligden birinden gelmesi, transfer edilen oyuncunun ülke futboluna hemen adapte olacağına, ve burada çok iyi işler yapacağının garantisi değildir ama bunlar iyi referanstır. Özel şirketler eleman alımı yaparken, Boğaziçi, Bilkent, ODTÜ, İTÜ gibi okullardan mezun olan adayları tercih ederler. Burada seçtikleri kişiler belki istedikleri düzeyde performans sağlayamayabilir ileride ama işe alımda çok olumlu bir referanstır mezun oldukları okullar. Bu elemanları işe alıyorken, onlardan istediğiniz kaliteyi sağlama konusunda maksimum gayreti ve yeteneği göstereceklerini düşünürsünüz. Aynı şey bence transferler için de geçerli. Yukarıda yazdığım 5 üst düzey ligde oynamış futbolcular, diğer liglerden gelen oyunculara göre her zaman bir adım öndedirler. Bu liglerin toplam futbol kalitesi sebebiyle, oradan gelen futbolcuların diğer meslekdaşlarına göre daha yüksek performans gösterme ihtimalleri hayli yüksektir. Çünkü yaşadıkları deneyim onları üst düzey futbol oynamaya ve performanslarını arttırmaya zorlamıştır. Anlatmak istediğim şey budur. Bu dediğimin ülke futboluna direkt tesiri konusunda garantisi yoktur ama bu oyuncuların oralardan gelmeleri olumlu ve de çok önemli referanstır. Tekrar tekrar yazmak gerekirse, bu transferler bazen beklenen performansı sağlayamayabilirler; Lincoln, Kezman, Frank de Boer vb. örneklerde olduğu gibi ama bu isimler istisnadır. Genel itibariyle o liglerden gelen oyuncular çok olumlu işler yapmıştır bu diyarda.

Şimdi meseleyi şu soruyla bitirelim. Diyelim ki bir şirketiniz var ve kurumsallaşma gereği, eleman alım işlerini doğasıyla İnsan Kaynakları bölümüne bırakmışsınız. Ama bir yandan da işe giren yeni elemanları takip etmek, öğrenmek istiyorsunuz. Elinize gelen listeye bakıyorsunuz, listedeki elemanların mezun oldukları okullar Cumhuriyet Üniversitesi, Sütçü İmam Üniversitesi, Hitit Üniversitesi vs. (bunları küçümseme amaçlı söylemiyorum, olayı daha iyi resmetmektir gayem). Öte yandan piyasadaki en güçlü rakiplerinizden birinin işe yeni aldığı elemanlarının özgeçmişlerine bakma şansınız oluyor ve şöyle bir tabloyla karşılaşıyorsunuz; "Boğaziçi, Bilkent, ODTÜ, İTÜ" diye okullar bir şekilde aşağıya doğru devam ediyor. Elinizi vicdanınıza götürüp söyleyin o zaman, o an ilk olarak ne düşünürsünüz? Ne hissedersiniz? Sorum budur. Cevap için istediğiniz kadar süreniz var. Şimdi dağılabilirsiniz.

Perşembe, Ocak 21, 2010

Anket Sonucu: TSL'de İlk Yarının Bidonu - Rodrigo Tabata


Uzun süre yayında, kenarda kalan anketin hanidir orada durmasının iki sebebi vardı; birincisi, nihai bir tarih belirlemiştik ve o da bugündü. İkincisi, çetrefilli bir konu bu bidon seçme hadisesi. Zira gerçekten o kadar çok isim vardı ki ilk transferlerinde çuvallayan, zorlanıyor insan ankete şık olarak eklemek konusunda bile. Zaten birkaç oyuncuyu devrenin bir bölümünde iyi oynadılar diye not düşerek, listeye ekleyemedik. Sezon öncesi kampı gibi kalabalık bir kadro oluşması iyi olmazdı.

Listedeki isimler neden var? sorusu sorulabilir, kriter nedir gibi... Malum öncelikle bu sene takımlarındaki ilk yılları olmalı. Daha önce o takımda oynamış ve tekrar geri dönmüş olanların da ilk senesiyse, eklenir tabii böyle anketlerde. Diğer kriter ise kimisinin bonservisleri kimisinin de isimleri sebebiyle futbol kamuoyunu beklentiye sokması ama aynı paralelde isteneni verememesidir. Tabii bu oyuncular ikinci yarı toparlanıp, harikulade oynayabilir de, fakat ilk yarı itibariyle onca beklentiye rağmen çuvallamış görünüyorlar.

Aşağıda anketteki oy dağılımının yüzdeleri var (üzerine tıklayınca daha hoş görünüyor tabii). Katılan, oy veren, bunu milli mesele haline getiren / getirmeyen tüm okurlara teşekkürler. Bir dahaki ankette görüşmek üzere. Esen kalın.. (hanım, esen kalın diyo, ne yapacağız şimdi?)

Çarşamba, Ocak 20, 2010

Namağlup Lider


Indesit Şampiyonlar Ligi C Grubu'nda yer alan Fenerbahçe Bayan Voleybol Takımımız Çek takımı Prostejov'u 3-0 yendi.

Yine set vermeden, rakibini 3-0 deviren ve grubunu namağlup lider bitiren Melekler'e süpersiniz demekten, ve desteğe devam etmekten başka yapılacak iş kalıyor mu bize?

grupck.com

Salı, Ocak 19, 2010

Sinema Dünyasından Haberler #10


* Ridley Scott'un Robin Hood'undan ilk poster piyasaya çıktı.

* Ian Fleming'in hayatı film oluyor. Bir terslik olmazsa film, Andrew Lycett'ın Ian Fleming: The Man Behind James Bond isimli kitabından uyarlanacak

* Clint Mansell, Darren Aronofsky imzalı Black Swan'ın müziklerini yapacak. İlham kaynağı olarak Çaykovski'nin Kuğu Gölü eserini işaret etmiş (Çaykovski'nin de ismine hastayım. Git bir çaykovski). Mansell abimiz daha önce Requiem for a Dream için hazırladığı müziklerle adından sıkça söz ettirmişti. Hatırlatalım.

* Bu haber "remake" sevdalılarının ilgisini çekebilir. Jackie Chan ile birlikte Will Smith'in oğlu Jaden Smith'in (milletin çocuğu filmlerde oynuyor, vay be) başrollerinde oynadığı 2010 yapımı The Karate Kid'in fragmanı geçenlerde nette yayınlandı. Fragmanın sonundaki esprili kısma dikkat. Ayrıca bu tarz filmlerin yeniden çevrilmesi pek hoşuma gitmiyor. Onu da belirteyim. Cilala, parlat, cilala, parlat....


The Karate Kid Trailer 2010 remake
Yükleyen FlickChickTV. - Filmler ve diziler Dailymotion'da

*
Ghostbusters III'ün yönetmenlik koltuğunda oturacak isim belli oldu. Bu isim Ivan Reitman olacak.


* The Mars Volta'nın gitaristi Omar Rodriguez-Lopez'in ilk uzun metrajlı filmi The Sentimental Engine Slayer, 4 Şubat'ta Rotterdam Uluslararası Film Festivali'nde dünya prömiyerini yapacakmış. Filmin fragmanına buradan ulaşabilirsiniz.

* 1968 yapımı Yellow Submarine'i Robert Zemeckis Imdb'de gördüğümüz üzere yeniden çekiyor. Peter Serafinowicz yeniden çevrimde Paul Mccartney'i canlandıracak. John Lennon rolünde ise Dean Lennox Kelly var. Ringo StarrAdam Campbell ve George HarrisonCary Elwes canlandıracak.



* Malumunuz Sony, Spider Man serisinin yeni bölümüyle ilgili bazı açıklamalar yapmıştı. Onlara yenisi eklendi. Sam Raimi'den boşalan koltuğa Marc Webb oturacakmış. (500) Days of Summer filminden hatırlıyoruz Webb'i. Onun dışında yine projeye dahil olan diğer iki isim ise Nimrod Antal ve Wes Anderson.

* TÜRSAK Vakfı’nın Turkcell’in Ana Sponsorluğu’nda gerçekleştirdiği “Yeşilçam Ödülleri”, 23 Mart 2010’da üçüncü kez ödüllerini dağıtacak. 1 Ocak – 31 Aralık 2009 tarihleri arasında gösterime girmiş tüm Türk filmlerinin herhangi bir başvuruya tabi olmadan listeye alındığını ekleyelim.

* 67. Altın Küre Ödülleriyle ilgili bu yılda özel bir yazı yazmak istemedim. Sebebi bir öncekiyle aynı. Mad Men olayının bu denli çılgınlık boyutuna varmasını anlamış değilim. Takıldım yine o mevzuya. Görmeyen, duymayan, okumayanlar için aşağıda tüm liste mevcut yine de.

* En İyi Film, Drama — Avatar
* En İyi Film, Komedi/Müzikal — The Hangover
* En İyi Yönetmen — James Cameron, Avatar
* En İyi Aktris, Drama — Sandra Bullock, The Blind Side
* En İyi Aktör, Drama — Jeff Bridges, Crazy Heart
* En İyi Aktör, Komedi/Müzikal — Meryl Streep, Julie & Julia
* En İyi Aktris, Komedi/Müzikal — Robert Downey Jr, Sherlock Holmes
* En İyi Yardımcı Aktris — Mo’Nique, Precious
* En İyi Yardımcı Aktör — Christoph Waltz, Inglourious Basterds
* En İyi Yabancı Dilde Film — The White Ribbon
* En İyi Animasyon Film — Up
* En İyi Senaryo — Jason Reitman, Sheldon Turner, Up in the Air
* En İyi Özgün Müzik — Michael Giacchino, Up
* En İyi Özgün Şarkı — The Weary Kind, Crazy Heart
* En İyi TV Serisi, Drama – Mad Men
* En İyi TV Serisi, Komedi — Glee
* En İyi TV Mini-serisi — Grey Gardens
* En İyi Aktris, TV Mini-serisi — Drew Barrymore, Grey Gardens
* En İyi Aktör, TV Mini-serisi — Kevin Bacon, Taking Chance
* En İyi Aktris, TV Drama — Julianna Margulies, The Good Wife
* En İyi Aktör, TV Drama — Michael C. Hall, Dexter
* En İyi Aktris, TV Komedi — Toni Collette, United States of Tara
* En iyi Aktör, TV Komedi — Alec Baldwin, 30 Rock
* En İyi Yardımcı Aktris, TV — Chloe Sevigny, Big Love
* En İyi Yardımcı Aktör, TV — John Lithgow, Dexter

kaynak: Imdb.com, Sinema.com, Beyazperde.mynet.com, Sinemaestro.com, Artperest.com

Lucas Neill: "I know Sabri from Bobiler.org"

Lucas Neill: "I know Sabri..."

Sabri'ye bak yahu. Adam resmen Sabri'yi tanıyorum, dedi. Memleketimizdekilerin kıymetini bilmiyoruz diyenler haklı galiba.

sabri sabrii sabriii sabriiii aut

ZTK: Antalyaspor 4 Fenerbahçe 3


"Mazoşist miyiz neyiz, 4 gol yediğimiz maçtan zevk aldık". Dün gecenin yorumu budur birçok Fenerbahçeli için. Takımın genel olarak mücadelesi iyiydi. Uzun süre sonra kanatları kullanan bir Fenerbahçe gördük. Bu da sevindirici.

Dersten çıkıp, televizyonun karşısına geçtiğimde dakika 25'ti. O dakikaya kadar olan futboldan haberim yok tabii. Lakin ondan sonraki dakikalarda bilhassa ilk yarıda Fenerbahçe rakibine top göstermeyen bir oyun ortaya koydu. Oyunu geniş alanda oynamaya çalıştı. Kanatları iyi kullandı. Özellikle Santos çok iyiydi. Hatta Fenerbahçe adına maçın en iyisiydi denebilir. Orta alanda Emre biraz dolandı gibi. Selçuk ise bir pozisyonda yaptığı klasik pas hatasını saymazsak, vasatın üstündeydi. Lakin sadece duran top organizasyonlarında ileride görünmek yerine, o bölgede biraz daha fazla görünmeli.

Fenerbahçe 4 gol yemiş. Sen nelerden bahsediyorsun? diyenler de kısmen haklı tabii. Bu goller ciddi savunma hatalarından dolayı oldu. Başlıca sorumlular da sezon başında beri takımın en hatasız bölgesinde oynayan Bilica ve Lugano. Herhalde bu maçta akıllarda başka yerlerdeydi. Yoksa 3. ve 4. golün başka bir izahı olamaz. Gollerde genç ve deneyimsiz kaleci Mert'in hatasını arayanlar olacaktır ama defansın hatalarıyla rakip forvetle karşı karşıya kaldığı anlarda yapabileceği çok ciddi bir şey yoktu. Tabii ilk gol için demiyorum bunu.

Gelelim üzerine ekstra kelam edilmesi gereken adamlara. Birini tekrar yazmak lazım. O da Santos. Şayet dünkü gibi oynamaya devam ederse, hem tekrar Brezilya Milli Takımı'na seçilir, hem de Fenerbahçe'nin o çok eleştirilen Ümit Özat'ın gidişinden beri pek kullanamadığı sol kanadını yeniden işler duruma getirir. Ve tabii umarım bu fizik gücünü arttırmaya devam eder.

Özer için bir şeyler yazmak isterim. Onu eleştirenleri okudum. Dün ne hatasını gördüler de eleştirdiler açıkçası anlamadım. Özer iyi değildi yazıyorlar ama böyle bir yorumun ardından gerekçe de yazmak lazım. Alex'in görevini yerine getirmeye çalıştı. Elbette ki şu haliyle onun kadar efektif olamayacaktır ama yine iyiydi. Oyun zekası müthiş. Sonuna kadar bırakmıyor mücadeleyi. Dün yine böyleydi. Bu da çok önemli. Üstelik çok şık bir gol de attı. Eleştirilecek bir şey göremiyorum. Hanidir topa öyle vurabilen bir yerli topçu yoktu Fenerbahçe'de? Yanlış mı hatırlıyorum?

Gelelim dalga geçtiğimiz, "Kazma Biraderler A.Ş" diye takıldığımız Güiza-Gökhan Ünal ikilisine. Öncelikli Daum çıldırmadıkça, yani artık son şans olarak cümbür cemaat hücumu düşünmedikçe Gökhan ve Güiza ikilisini birlikte oynatmaz. Zaten Alex gerçeği de var. Onun için bu iki oyuncuyu birlikte çok izlemeyiz gibi geliyor. Belki bir ihtimal Kadıköy'deki maçlarda. O da belki işte. Gökhan Ünal'ın özelliklerinin Güiza'yla aynı olduğunu düşünürken, yani adam geçemeyen, fizik gücü olması gerekenin altında, ve onu sadece tek vuruşluk santrafor tipi gibi görürken, bizi dün gece verdiği gol pasında ciddi manada şaşırttı. Asisti öncesi rakibini eksiltmesi, ayağında pek tutamayan ve adam eksiltemeyen Gökhan Ünal'dan beklenmeyen bir şeydi. Tabii golde Güiza'nın vuruşunu da es geçmek olmaz. Gerçekten muazzam vurdu. Bunu da beklemezdik hakkaten.

Dünkü maç gerek Fenerbahçe'nin mücadelesi, gerekse de kanatların iştahla kullanılması sebebiyle Fenerbahçeliler için zevk vericiydi. Güiza ve Gökhan Ünal ikilisi de bizi böyle şaşırtmaya devam eder umarım öte yandan.

Antalyaspor'un Fenerbahçe'ye 4 gol atması da ciddi başarıdır. Bunu da görmek lazım. Mehmet Özdilek'in oyuncuları ofansif anlamda ciddi potansiyele sahipler ama aynı şeyi defans için söylemek güç. Bir de kaleci Ömer'in yıllar geçse de gereksiz hareketlerini bir türlü bırakamaması da ilginç. Herhalde futbolu bıraktığında hayırla yâd edilmek istemiyor...

Son olarak Fenerbahçe'nin dünkü oyununa sevindik ama Fenerbahçe'yi de tanıyoruz. Yıllardır izliyoruz. Bu takım 3 gün sonra yine saç baş yoldurursa, şaşırmamak lazım.

***

Not: Benden bir haber olsun. Yine bir söyleşi haberiyle karşınızdayım. Bu kez Sportif Cümleler blogundan Serap Bahar'ın teklifiyle bir söyleşi gerçekleştirdik. Sağolsunlar, beni düşünmüşler. Bir kez daha teşekkür edeyim buradan. Öte yandan, "bu sanal şöhret bizi bozmasın Cengiz" diyorum kendime. Hatta olayı abartarak bir dönem Anelka'nın gazetecilere dediği gibi, "ünlü olmak istemiyorum" diyormuşum...Şaka tabii. Ego tatmini olan blogun, bir adım ötesi blog söyleşileridir. O da güzel. Tadında olursa, daha da güzel... Söyleşiyi buradan okuyabilirsiniz.

Askerlik "Moonwalk" Yapma Yeridir



(gavurlar için konuşacak olursak) Askerlik yan gelip yatma yeri değil, "Moonwalk" yapma yeridir... Bi nevi halkı askere ısıtma eylemi... Bakın ne güzel şen şakrak bir ordumuz var mesajı...Bize gelmez ama, ters... Videodaki askeri merak eden varsa, Hollandalı kendisi.

video link: http://www.youtube.com/watch?v=xF-H6CPMv3U

not: bu videoyu Yutub'a yükledim diye sorun yaşamam di mi?

Cumartesi, Ocak 16, 2010

Ne Güzel Abimizmişsin Sen "Ozan Güven"


Ozan Güven, Four Four Two Dergisi’nden Hilal Gülyurt’un sorularını yanıtlamış. Dün Hürriyet'te gördüm haberi. Zaten severdim kendisini ama öyle güzel şeyler söylemiş, öyle iyi noktalara temas etmiş ki daha bir sever oldum. Gayet bizden biriymiş meğerse. Ne güzel abimizmişsin sen diyorum buradan...

***

Fenerbahçe sevdanız nasıl başladı?

- Nasıl Fenerbahçeli olduğumu hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, rahmetli anneannemin bana tozluk da dâhil aldığı Fenerbahçe formasıydı. 5-6 yaşlarındaydım o zaman. Bir hafta onlarla yatıp kalkmıştım. Sokakta oynadığım mahalle maçlarındaki topun, kramponun kokusu hâlâ burnumdadır. Almanya’da büyüdüğüm için takımları çok bilmiyordum. Fenerbahçe diye bir takımın olduğunu bilmek, çubuklu formayı bir kez görmek yetmişti bana. Abdülkerim, Müjdat ve Schumacher’li kadronun göbeğinde taraftarlığım almış başını gitmişti. Schumacher gelmeden üç yıl önce uyanmıştım Fenerbahçe’ye.


Ayakkabı dükkanınızdan dolayı sürekli Beşiktaş Çarşı’dasınız. Sizin için zor olmuyor mu?

- 20 senedir Beşiktaş’tayım, artık Çarşı’nın çocuğuyum. Çarşılıların beni zorla Beşiktaş maçlarına götürdükleri çok oldu. Ancak maçlarda hep sırtım sahaya dönük oluyordu. Eski Fenerbahçeli futbolcu Müjdat Yetkiner de sürekli Beşiktaş Çarşı’dadır. Çarşı çok acayip bir gruptur ama Müjdat Ağabey, Hasan Tahsin gibi gezerdi Çarşı’yı. “Fenerbahçelilik böyle bir şey herhalde” demiştim onu ilk gördüğümde. Onun dışında da kimse yürüyemez Beşiktaş’ta öyle. Mesela ben maçlara giderken formamı giyinip Çarşı’da yürüdüğümde esnaf arkadaşlar “Ozan dışarı” diye bağırırlar. (Gülüyor)

İnönü’de Fenerbahçe maçına hiç denk geldiğiniz oldu mu?

- Maalesef evet! (Gülüyor) Locada olmama rağmen sağlam bir dayak yemiştim. Bir de locada olmasam ne olurdu düşünmek bile istemiyorum. Tribünlerde önceden yarı yarıya bir durum vardı.

Gittiğiniz ilk Fenerbahçe maçını hatırlıyor musunuz?

- Unutmam mümkün değil! Sanki ben tribünde olduğum için Fenerbahçe daha iyi oynuyor gibi bir his vardı içimde. ınsanın takımının bir parçası olduğunu hissetmesi böyle bir şey sanırım. Ben olmasam sanki o maç oynanmayacak gibiydi. Tribündeki binlerce kişi yokmuş da sanki bir ben bir de takımım varmış gibi. Ali Sami Yen Stadı’nda Aykut’un attığı golle Galatasaray’ı yenmiştik. “Oku bakayım: Aykut!” diye yıkılırdı tribünler o dönem.

Futbol oynadınız mı?

- Karşıyaka’nın altyapısında yıllarca istikrarlı bir şekilde top oynadım. Minik, yıldız, İzmir Genç Karma’da oynadım. PAF takımına yükselecekken, Galatasaray’ın altyapısından burslu olmak üzere teklif almıştım. Ancak ben Fenerbahçeliydim ve annem iş ciddiye binince sakatlanmamdan korkar olmuştu. ıyi bir sağ açıktım. En büyük isteğim futbolcu olmak, bu olmazsa da futbolcuyu oynamaktı. ıkisi de olmadı şimdilik. Bundan dört yıl öncesine kadar halı saha maçlarıyla kendimi avutuyordum. Yeniden oynamaya başlasam, kısa bir süre dayanabilirim sanırım.

Karşıyaka’nın altyapısında oynarken Fenerbahçe’den teklif gelseydi her şeyi bırakıp gider miydiniz?

- Annem, futbol söz konusu olunca ortalığı yıkıyordu. Tabii teklif Fenerbahçe’den gelseydi eminim şartları zorlardım. Gerçi iki sene Galatasaray’da oynayıp sonra “Ben doğuştan Fenerliyim” derdim belki! (Gülüyor)

Eskiden izlediğiniz Fenerbahçe ile şimdiki arasında ne gibi farklar var? Aklınızda neler kaldı?

- Bizde bir ılker vardı, oynadığı maçlarda toplam üç defa orta yaptı. Sürekli Aydın’a yeniliyorduk, orman kaçkını Faruk’la birlikte bizi rezil etmişlerdi. Şimdilerde gol atan futbolcunun takdir beklemesini anlayamıyorum. Senin işin gol atmak! Sen bunu yapman için para alıyorsun. Eskiden futbolcunun mağlup olduğunda üzüldüğünü görüyorduk. şimdi hiç öyle olmuyor. Ağızlarında sakız, kulaklarında kulaklık sırıtıyorlar. “Altı ay beni hazırlayın, onun yaptığı şeyi ben de yaparım” diyesi geliyor insanın. Barcelona’daki bir futbolcu için bunu kim düşünebilir? Fenerbahçe’de oynuyorsan kimse kendini senin yerine koymamalı, koyamamalı!

Fenerbahçe’nin eski futbolcularından birini geri getirme şansınız olsaydı kimi geri getirirdiniz?

- Hiç tereddütsüz Rıdvan Dilmen’i isterdim. Ancak sakatlanmayan bir Rıdvan! Küçükken her gece uyumadan önce ellerimi açıp “Allah’ım ne olur Rıdvan sakatlanmasın!” diye dua ederdim. Bir şans daha verilse Maradona’yı isterdim. Onun şimdiki haline bile razıyım. Sahanın ortasında dursa bile ruhu bütün takıma yeter.


Aziz Yıldırım’ın takım için vaatlerini duyduğunuzda ne düşündünüz?

- Süleyman Demirel’in iki anahtar vaadi geldi aklıma. Bu taraftarın başka hayalleri var. Benim 3 yaşındaki oğlum neden “Betiştaşlıyım” desin? Kulüp başkanlarının biraz daha gizemli olmaları lazım bence. Aziz Yıldırım ki Fenerbahçe’yi bir yerden alıp bambaşka bir yere taşıdı, bu inkar edilemez. Oysa ben betonda oturmaya razıyım, Fenerbahçe’nin başarısı benim rahatımdan önce gelir.

Oğlunuz Ali de Beşiktaşlı mı?

- Oğlumla birlikte Çarşı’ya geldiğimde “Baban da eskiden Beşiktaşlıydı” deyip, Ali’nin kafasını karıştırıyorlar. O da bilmiyorum, benim çıldırmam hoşuna gittiği için mi “Ben Betiştaşlı oldum” diye tutturdu. Daha takımın adını bile söyleyemediğinden ilerisi için umudumu yitirmiş değilim! şükrü Saraçoğlu’na her seferinde onu da götürmeye çalışıyorum.

Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı?

- En büyük Fenerbahçe!

Fenerbahçeliliğinizin başınıza iş açtığı zamanlar oldu mu?

- Çok! (Gülüyor) Onlardan biri de Kiev maçıydı. Cem Yılmaz’la birlikte gitmiştik. ılk 15 dakikada ayağımın donduğunu hissettim. ılk yarı sonunda belimden aşağısını hissetmez oldum, kademe kademe donduk o maçta! Maç bittiğinde kalıp gibi kaldık Cem’le. Porto da ona yakın bir tecrübeydi. ızlemeye gittiğimiz her deplasman maçından mağlubiyetle döndük ve biz inatla gitmeye devam ediyoruz, bence en büyük çılgınlık bu. Bir seferinde de en yakın arkadaşım evleniyordu. Fenerbahçe-Galatasaray derbisine gün almış. “Ben gelemem” dedim, düğünün tarihi değişti! (Gülüyor)

Sizin yaptığınız totemler var mı?

- Sevilla maçında yerde çok uygunsuz bir şekilde otururken gol atmıştık, 60 dakika hiçkıpırdamadan öyle oturdum. Maç başladığı anda kimse tuvalete gidemez. Maçtan önce gol atacağımız dakikayı söylerim, çoğu zaman tutar. Maçta birileri bana “Fenerbahçe kazanır” diyorsa uğursuzluk getiriyor. Çarşı’dan geçerken kulaklarımı kapatır arkadaşları duymamak için deli gibi bağıra bağıra geçerim!



Takımın Brezilyalıların psikolojilerine göre şekillenmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?

- Ben Fenerbahçe’de futbol oynuyor olsam “Alex yoksa bu takım yok” dendiği zaman çok sinirlenirdim. Koskoca Fenerbahçe bir Alex’e mi muhtaç yani! Brezilyalılar’ın çoğunlukta olduğu bir takım yaratıyorsunuz, Brezilyalı hocayı gönderip Alman hoca getiriyorsunuz. Tahammülsüzlüğümüz, uzun vadeli bir başarı grafiği sağlayacak sistemi oluşturmamızı engelliyor. Totem yaparak maç kazanmaya çalışıyoruz. Kaş göz yarana kadar oynayan futbolcuları özledim. Onlardaki psikopatlığı, cengâverliği özledim.

Eski Filmlere Ayar




İlgi çekici bir haber...

Vipsaş Stüdyoları, filmlerin restorasyonu için tam 875 bin dolarlık yatırım yapmış.




Dünya festivallerinde ve TÜRK FİLMLERİ HAFTASI’nda gösterilen “eski” filmlerimizin kalitesi izleyenleri şaşırtacak şeklinde sunuluyor bu haber.

Tv'de her gece izlenilen yerli filmlerin çizik, sararmış, solmuş ya da yeşile kaçmış görüntülerinden kimse şikayet etmeyecek diye de ekliyorlar (burası tartışılır).

En yıpranmış ve solmuş filmleri ister DVD'de ister Tv'de, HD ya da blue ray kalitesinde izlenebilecekmiş artık.


Vipsaş tarafından, en eskimiş filmi (ister negatif, ister pozitif) HD ve Blue Ray formatlarında 2 k ve 4 k taranmış olarak mükemmel bir görüntü ve mükemmel ses olarak teslim ediliyor, denmiş haberde.

Bu olay sonrasında eski filmleri HD formatında ve pırıl pırıl ses - görüntü ile izleyebileceğimizi söylüyorlar.

Bu restorasyonun ayrıyeten şu yararları da varmış ;

1- Filmlerin yanması, yıpranması, yok olması söz konusu olmayacak.
2- Filmlerin saklanması kolaylaşacak ve dev depolar gerekmeyecek.
3- Filmlerin restorasyon yapıldıktan sonra 35 mm.ye basılması daha kolaylaşacak.
4- Hiç bir kanal “maalesef filmin orjinali kötüydü” diyemeyecek.

Yine habere göre, ülkemizde Gülşah Film ve Arzu Film, restorasyon için başvuran ilk firmalar olmuş.

Düzeltilen film görüntüleri aşağıdaki videoda mevcut. İzleyinlerin fikir beyan etmesini bekleriz.



Video link: http://www.youtube.com/watch?v=qp2ZLJ9mKo8

Cuma, Ocak 15, 2010

Sağlı Sollu Güzel Yazı


Bu yazının başlığının "manidarest" olmasını bekleyenler avuçlarını yalarlar, yalasınlar, hatta yalayın hemen bakayım...

Bu gereksiz esprinin ardından mevzuya geçelim; bugüne dek "Sevdiğim Yazılar" etiketli yazılarda genelde gazete köşelerinde rastladığım yazılara yer vermiştim. Bu kez bir değişiklik yapıyorum ve bugün okuduğum eğlenceli ve güzel bir yazının bir kısmını alıntılayarak buradan paylaşıyorum.

"...Fener'in eski topçuları ekseriyetle Fener'in arkasından konuşuyorlar. Başkan bir yandan kendi döneminde oynamamış eski topçulara enavi çeşit kıyak yapıyor, adlarını sağa sola veriyor, kulübün gediklerine yerleştiriveriyor onları, hoşumuza gidiyor bu tavırlar (Müjdat Yetkiner'i mesela onursal başkan yapsalar kulübe bir dakika düşünmem, sadece alkışlarım). Bir yandan da kendi döneminde, kendi elleriyle getirdiği topçuları kovmaktan beter ediyor, naklen yayın ihalesinde mola isteyen Türk Telekom yöneticisi gibi boncuk boncuk terletiyor, aklını alıyor sabi sübyanların. Hele de hukuk âleminin Harry Potter'ı Şekip Mosturoğlu'nu (ama gerçek benzemiyor mu?) da arkasına aldıktan sonra, bambaşka bir güce kavuştu yönetimimiz ve başkanımız. Allem ediyoruz kullem ediyoruz, takımımızın en eski, en sembol, en düzgün, en "bizim oğlan" çocuğunu bile küstürüyoruz. Burada ulusalcı-polemikçi-leş köşeyazarı kimliğine bürünüyoruz: Semih Şentürk'ün adını dolar işaretiyle yazan "güldürükçü" forumcular, Başkanbahçeciler, size soruyorum; Semih Şentürk'ü de küstürdükten sonra kime sarılacağız biz, yok ya olursa, çoluğumuza çocuğumuza hangi doğuştan Fenerbahçeli'yi göstereceğiz işaret parmağımızla? Elli yıl sonra yeni bir stadyum yapıldığında Ümraniye sırtlarına, Alex de Souza'nın adını mı vereceğiz? Soru beyhude aslında değil mi, siz ona da "Aziz Yıldırım Stadyumu" dersiniz."

Papazın Çayırı ekibinden Rehavet yazmış. Gerisi ahanda burada.

Daha Manidar

Efsane pankartı unutma, unutturma!

Manidar


Trabzonsporlu Gökhan Ünal'ın transferi için oyuncuyla ve kulübüyle prensipte anlaşmaya varılmıştır.
Fenerbahçe Spor Kulübü


Fotoğraf seçimine takıldım. İlla bir kulp bulacaksın demeyin, kalbinizi kırarım...

Perşembe, Ocak 14, 2010

Blog Söyleşileri #2: Fener Tutkunları'ndan Oktay Ağabey


Ziyadesiyle gecikmiş bir söyleşi oldu. Sebebi de benim bir türlü soruları hazırlayıp Oktay Ağabey'e gönderemem tabii ki. Neyse ki, geç de olsa sorularımızı gönderdik, o da sağolsun çok kısa bir sürede cevaplayıp bize döndü. Hanidir aklımda olan ve gerçekleştirmeyi çok istediğim bir söyleşiydi. Seviniyorum bu yüzden. Oktay Ağabey'e nazımızın geçmesi de ayrı bir mutluluk vesilesi tabii. Sağolsun. Kırmadı bizi. Daha fazla uzatmayayım girizgahı da, sizi söyleşiyle başbaşa bırakayım. Son olarak söyleşide yer alan fotoların Oktay Ağabey'in arşivinden olduğunu söylemeye gerek yoktur herhalde.

***

Sırtımızdan çubuklu formayı hiç çıkarmazdık.

İlk soru klişe olsun. Sizi tanımayanlar için kim olduğunuzu, Fenerbahçe ve tribün sevginizin nereden geldiğini anlatmanızı istesek.

Öncelikle tüm arkadaşlara sevgiler, saygılar. Benimle böyle bir sohbet düşüncesi isteğiniz olduğu için de sizlere teşekkür ederim. Bendeniz 40 yaşımdayım.10 yaşımdan itibaren Fenerbahçe tribünlerindeyim. Basketbol maçlarını saymazsak bugüne kadar yaklaşık 750-800 maça gitmişliğim vardır, bunların yaklaşık 80 tanesi deplasman. 10-20 yaş arası da lisanslı olarak amatör kümede futbol oynadım. Bendeki futbol sevgisi (Allah Rahmet Eylesin) abimden gelir. Semtimizdeki büyük futbol sahası da bu sevginin artmasına sebep olmuştur. Fenerbahçe sevgisi de mahalledeki arkadaşlarımdan gelir. Beraber futbol oynadığım arkadaşlarımın tamamı Fenerbahçe'liydi ve yaz günleri sırtımızdan çubuklu formayı hiç çıkarmazdık. 10 numara (Cemil Turan) forması o yıllarda çok gözdeydi. Futbolu ve Fenerbahçe'yi çok sevdiğim için, yaşım küçük de olsa maçlara gitmeyi çok istiyordum. 10 yaşımda bu kısmet oldu ve gittiğim ilk maçta tribünler beni çok etkiledi. O maça bir büyüğüm beni götürmüştü, diğer maçlara kendim gitmeye başladım. Evimiz İnönü Stadı'na yaklaşık 7-8 km mesafedeydi.

İlk gittiğiniz Fenerbahçe maçı hangisiydi?

Fenerbahçe : 1 Zonguldakspor : 0 (11.11.1979).

Yine bir üsttekine paralel bir soru olsun. Bir zamanlar “halkın takımı” olarak zikredilen Fenerbahçe için bugün aynı şeyleri söylemek mümkün müdür?

Artık maçlarımıza maaalesef maddi imkanları bir nebze olsun iyi olanlar gelebiliyor. Bugün ülkemizde hayat şartları da zor. Kombine ve bilet fiyatları da halkın büyük çoğunluğu için uygun değil.

İnönü Stadı, Yeni Açık (1973-74)

Yıllarını tribünde geçirmiş biri olarak geçmiş dönemdeki anlayış ile şimdiki arasındaki fark ne? Yine yıllarını tribüne vermiş ağabeylerin, bugün tribüne ve tribün kültürüne sahip çıkmaları gerekirken, birçok ismin uzaklaşmasının sebebi nedir?

Şu anda maçlara gelen taraftarların bir bölümü, eğlence amaçlı maça geliyor. Eskiden böyle bir şey yoktu. Zaten sabahın çok erken saatlerinde ve o stad koşullarında o cefa çekilirken eğlenceden bahsedilemez. Çoğu maçta aşırı kalabalıktan içeri girilebileceğinin bile garantisi yoktu. Eski tribüncülerin bir bölümü şu anda yok. Fakat ben bunu doğal karşılıyorum. Yaş ilerledikçe çoğu şey değişiyor. Hayat şartlarının değişmesi, o arkadaşların şimdiki tribünlerden memnun olmamaları, ailevi sebepler, en büyük faktörler. Eskiden maç atmosferi bir çok arkadaşıma büyük heyecan verirken şimdi aynı duyguyu maalesef içinde hissedemeyenler var.

Birkaç yıldır Fenerbahçe tribünlerinde ilginç olaylar yaşanıyor. Bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Tabii ki Fenerbahçe taraftarının tasvip etmediği olaylar yaşandı. Artık bu olaylara kapandı gözüyle bakıyoruz. Bu sene güzel bir adım atıldı. Önümüzdeki yıllarda İnşallah daha iyi olacak. Kulübümüzle taraftarımız arasında sıkı bir bağ kurulmalı ve karşılıklı sorunlar 2-3 ayda bir masaya yatırılmalı diye düşünüyorum.

Aziz Yıldırım tesisleşme anlamında olumlu işlere imza atsa da tribün politikaları konusunda çok eleştirilen bir başkan. Bu konudaki görüşünüz nedir?

Fenerbahçe yönetimi her zaman taraftarının yanında olmalıdır. Fakat bu demek değildir ki, yanlış yapan taraftarları da alsın bağrına bassın. Taraftar Fenerbahçe'nin gerçek sahibidir ve hep öyle kalacaktır. Daha önce de belirttiğim gibi taraftar ve yönetim arasında ciddi anlamda bir iletişim sağlanmalı ve karşılıklı sorunlar 2-3 ayda bir masaya yatırılmalıdır.


Stad sabahlamaları desek… Bu eski geleneği bir de sizden tekrar dinlesek.

Ben İstanbul'daki maçlarda sabahlayanların içinde yoktum. Fakat sabah 6 gibi stadda veya çevresinde taraftarlarımızla beraber olurdum. Zaten o gece evde heyecandan sabaha kadar kesinlikle uyuyamazdım. İsterseniz sizlere 1980 senesinde yaşadığım bir olayı anlatayım: Fenerbahçe-Beşiktaş oynuyor. Sabahın erken saatleri. Yaşım 11. Kabataş'ta ilerliyorum. Özel bir maç, maça ilgi yok. Yollarda kimseye rastlamadım. Bizimkiler deniz tarafında yol üstünde toplanmışlar, ben karşı tarafta stada doğru ilerliyorum. Bana seslendiler, "gel buraya" dediler. Gitmedim. Derken içlerinden biri koşarak yanıma geldi ve "sen neyine güvenerek stada gidiyorsun?" dedi. Ben "kimse yok mu orada bizden? " dedim. Çocuk bana "yok, hepimiz bu kadarız" dedi. Sonra beraber deniz tarafına geçtik. Orada konuşulanlar hep çeşitli grupların semtlerin uzak olması sebebiyle toplanmaya geç gelmeleriydi. Beşiktaş bunun avantajını yaşıyordu. Biz toplanana kadar onlar kapalı kuyruğundaki yerlerini alıyor ve hep biz saldırmak zorunda kalıyorduk. Konuşulanlar bunlardı... Bir zaman sonra biraz kalabalıklaşıp saat kulesine doğru ilerledik. Beşiktaşlılar eski açığın merdivenlerinin oraya kadar gelmişlerdi ve bize "gel gel gel" diye gülerek bağırıyorlardı. Kapalıya girmek için saldırmaktan başka çaremiz yoktu. O günü kapalıya girişimiz böyle oldu... Sabahlama gereksinimi bu ve bu tür maçlarda doğmuş olduğu kanaatindeyim... Deplasmanlarda da kah parklarda, kah stadın etrafında, kah sabahçı kahvelerinde, kah otobüs terminallerinde sabahlardık. Bir deplasman anım şöyle: Bursa'dan Tofaş basket maçından çıktık. 22-23 kişi bir otobüs tuttuk ve İzmir'e Karşıyaka futbol maçına yola koyulduk.(1987-88 sezonu) Saat gece 3 gibi İzmir'e vardık. Otobüs terminalinde sabahı beklerken Karşıyakalı taraftarlar geldi. Sayıları bizim kadardı. Camdan bize bakarlarken tribün liderlerimizden birinin bir hareketiyle oradan ayrılmak zorunda kaldılar.
Daha sonra biz stada doğru hareket ettik. Karşıyaka taraftarları kapalının orada ateş yakmış ısınıyorlardı. Bizi fark etmemişlerdi. Usulca yanlarına kadar gittik. Bir anda karşılarına çıkınca çok şaşırdılar tabii ki. Biz her türlü çok sağlamdık. Biraz sohbetten sonra bizi terminale çay içmeğe davet ettiler ve hep beraber terminale geri döndük. Şayet o gün stadda sohbet sırasında Karşıyaka taraftarından bir kişi bize olmadık bir şey söyleseydi orada katliam olabilirdi. Hepsi konuksever davrandı. İşte İzmir'de de böyle bir sabahlama olayı yaşamıştım.

Efsane Maraton denince aklınıza neler geliyor?

Eski maraton tribünümüz tezahürat açısından koşulları uygun bir tribündü. Çatısı ses yankısı bakımından şimdikinden çok daha iyiydi ve de tribüne daha yakındı. Üstelik durduğumuz yer sahaya da yakın olduğundan taraftar kendini atmosfer olayına daha çok kaptırıyordu. Kombine olayı da olmadığından daha çok tezahürat yapmak isteyenler buraya gelirdi ve de herkes bunu bilirdi. Küçük stadlarda tezahürat her zaman daha kolaydır, etrafınıza sesinizi daha kolay duyurursunuz. Şimdiki maraton üst A-B blok ve okul tarafındaki arkadaşları, eski maraton tribününde bir hayal edelim. Bence çok daha iyisini yaparlar.

Fenerbahçe ve diğer tribünlerinden unutamadığınız simalar kimdir?

Şadan Abi, Pepe Metin, Sarı Hamdi, Burak, Arif, Dişlek, İskender, Bülent, Küçük Alper, Büyük Alper, Dede İsmail, Kürt Metin, Caymaz, Bostancılı Muzo, Cevat, Okan... Amigolarımız; Çetin, Numan, Yaşar, Kemik, Arap Ramazan, Adnan, Tevfik ve Tipitip :) Burada yazmayı unuttuğum arkadaşlarım ve abilerim kusura bakmasın. Diğer tribünlerden de var birkaç kişi fakat yazmak istemem.

Sizi tribünle alakalı en çok üzen olay nedir?

Bir tartışma sırasında, bir Fenerbahçe'liye, bir grup Fenerbahçe'linin saldırması. Böyle bir olay Fenerbahçe'liliğe yakışmaz. Üstelik, tüm Fenerbahçe'liler kardeştir.


Tribün kültürü adına bugün olumlu bulduğunuz, geçmişe kıyasla daha iyi dediğiniz şeyler var mı?

Zamanında kuyruklarda çok ezildik. İçeri girememe endişesi yaşadık. Hatta tribünde bile izdiham vardı. Bir kişilik yerde 3 kişi duruyorduk. Kombine kart büyük rahatlık getirdi. Kombinesi olanlar bir sezon boyunca iç sahada bilet sorunuyla uğraşmıyorlar. İçeri girememe, içeride iyi yer bulamama gibi sorunları yok, yerleri hazır. İçiyle dışıyla pırıl pırıl bir stada sahibiz. Tüm tribünler kapalı. Isıtma sistemi mevcut. Zamanında çok ıslandık, soğuktan çok titredik, dışarıda çamurların içinde çok dolaştık. Bunlar tebessümle andığımız anılarımız oldu artık. Keyfime düşkün birisi asla değilim, bunu da belirteyim... Artık taraftarlarımızın tamamına yakını Fenerbahçe ürünü ile maça geliyor. Ve yapılan koreografiler, eskiden hiç yoktu... Son bir kaç senedir de yapılan bestelerle de herhalde rekor kırmışızdır.

Günümüzde birbirine düşman tribünler olduğu gibi, araları çok iyi olan tribünler de var. Eskiden bu işler nasıldı?

Eskiden de böyleydi. En büyük dostluk ise Beşiktaş ve Galatasaray arasında yaşandı. 1980 senesi ve civarında yaklaşık 3-4 sene tribünde devamlı beraberdiler. Dışarıda da beraber dolaşırlardı. Donanma kupaları maçlarında zaten tribünlerin yarısında onlar karışık oturur, diğer yarısını da biz alırdık. Beşiktaş'ın maçlarında Galatasaaray'lıları, Galatasaray'ın maçlarında da Beşiktaş'lıları görüyorduk. Ben o yıllarda bizimle ilgisi olmayan bazı maçlara da gitmiştim. Fenerbahçe tribünlerine bugüne kadar girip de destek vereni görmedim. 3 büyük takımın Kocaeli, Sakarya, Bursa ve Eskişehir maçlarında genelde olay çıkardı. Kocaeli-Sakarya düşman iki şehir gibiydi. Sanırım halen daha aynı. Bolu'da rahat ederdik. Zonguldak'ta zannedersem iki maçımızda önemli olaylar çıktı, sahaya inmek zorunda kaldık. Fakat yine de Zonguldak, Bolu'dan sonra diğer şehirlere göre bizim için daha kolay geçerdi. Eskişehir'de karlı ve kanlı bir G.Saray maçı hatırlıyorum mesela.

En sevdiğiniz tezahürat hangisi? Fenerbahçe tribünlerinin tezahüratlarını genel olarak nasıl buluyorsunuz?

Fenerbahçe sen çok yaşa. canım feda olsun sana.Ve tüm tribünlerin Fener...Fener...Fener diye bağırması. Biz deplasmana gittiğimizde genelde şehire girişimizi ve stada yaklaşımızı bu iki tezahüratla yapardık. Tezahürata çok sağlam girerdik, ortalığı inletirdik. Kavgalara girerken de bu iki tezahürat çok yapılırdı... Son senelerde çok sayıda beste yapılmasını olumlu buluyorum. Elbette bu bestelerden taraftarlarımızın onay vereceği besteler baki kalacaktır. Ben her zaman bestelerin sözlerinin hece hece vurgulu bir biçimde söylenilmesinden yanayım. Maalesef çoğu besteyi gereğinden hızlı söylüyoruz. Bu da o tezahüratın çabuk bitmesine, iyi ses çıkmamasına, taraftarlarımızın da çabuk yorulmasına sebep oluyor. Takımı ateşleyecek tezahüratlara daha çok yer vermeliyiz. Maç garanti skora ulaştığında diğer tezahüratlara geçmeliyiz. 90 dakika sağlam tezahürat yapmak kolay değil, hatta imkansıza yakın. Maraton üst tribünü karşılıklı tezahüratlarla az da olsa kendini dinlendirebiliyor. Belki bu tür karşılıklı tezahüratları arttırarak tezahüratların daha etkili biçimde çıkmasını sağlayabiliriz. Bir de alkışlı tezahüratlar her zaman taraftarı dinlendirici olmuştur. Alkış hem iyi bir tempodur hem de taraftarı dinlendirir...

Spor Sergi günlerini özlüyor musunuz? Bize biraz da o günleri anlatmanızı istesek.

Orası Fenerbahçe taraftarlarının evi gibiydi. O günleri yaşayan tüm taraftarlarımız eminim özlüyorlardır. Maçlar genelde akşama doğru oynanmasına rağmen sabahın erken saatlerinde bile uzunca kuyruklar oluşurdu. İçeride ise bambaşka bir hayat vardı. Orada tüm taraftarlarımız saatlerce aynı çatı altında bir aile ortamı içinde maçı beklerdi. Sabah 9'dan itibaren 2.lig maçları, bayan maçları vs. olurdu. Kah maç seyrederek, kah beste yaparak, kah şarkılar söyleyerek, kah karşılıklı tribünler birbirimize şaka yolu ile sataşarak vaktimizi geçirirdik. Tribünler ise tam bir renk cümbüşüydü. Hem alt kata, hem de üst kata asılan pankartlar, bayraklar, balonlar Spor Sergi'yi bayram yerine çeviriyordu. Bizim aşırı ilgimizden dolayı Galatasaray ve Beşiktaş taraftarları tribünde zamanla kan kaybettiler. Kendilerine üst katlarda bile zor yer buldular, bazen giremedikleri de oldu. Günde bazen 2 maç oluyordu. Bizden bile dışarıda kalanlar oluyordu. O kadar ilgi vardı. Spor Sergi'de yer bulabilmek, bazı dönemlerde hiç de kolay değildi.

Fenerbahçe Stadı, 1982


Fenerbahçe-Galatasaray maçı futbol derbisidir. Fenerbahçe-Beşiktaş maçı ise tribün derbisidir derler. Sizce de öyle mi?

Bu görüşe katılmakla beraber, hem futbol hem de tribün olarak, iki derbi arasında o kadar da fark olmadığını belirtmek isterim.

Geçmişte yaşanan olaylı Eskişehir deplasmanı dendiğinizde aklınıza ne geliyor?

Meydan muharebesi, taş yağmuru ve yaralılar. O maçtan sonra taraftarlarımız Eskişehir'de kalıp ifade vermişlerdi. Her iki tarafın da geri çekilmemesi ve güvenliğin de sabah saatlerinde olmayışı bu olaylara sebebiyet verdi diye düşünüyorum. Aslında belki de bu maçtan 5 ay önce yine Eskişehir'de oynanan maçta da olayların olması bunu körüklemiş olabilir. Ben o maçta da oradaki güvenliği yetersiz görmüştüm. Bizim içeri gireceğimiz kapının önünde büyük bir sunta parçasının üzerinde hakaret dolu yazılar vardı. Bunu normal karşılıyorlardı ki biz böyle bir yerden stada giriş yaptık. Maç bitiminde ise dışarı önce çıkan Eskişehir'li taraftarlar bizim tribüne taş yağdırdı. Demek ki dışarıda da gerekli önlem alınmamıştı. Yol üzerinde yine taşlamalar oldu ve İstanbul'a öyle döndük. Bahsettiğiniz o çok olaylı maç işte bu benim bahsettiğim maçtan sadece 5 ay sonra oynandı. Sonuç ortada.

Biraz da futbol soralım. Teknolojinin gelişmesiyle insanların futbola bakış açısı değişti malum. Bu durum “Endüstriyel futbol” diye bir kavramın çıkmasına yol açtı. Bu konudaki düşünceniz nedir? Genel itibariyle eski günleri özleyen nostalji sevdalılarına “geçti o günler” diyenler haklı mı?

Kısaca cevaplayayım. Evet haklılar...

Milli takımımı ve Türk kulüplerin son yıllarda Avrupa’da aldığı başarılı sonuçlara baktığınızda ve tabii geçmişle kıyasladığınızda ne düşünüyorsunuz? Sizin nesil mi çok şansızdı, yoksa şu ankiler mi çok şanslı?

Eskiden o sahalarda ve o tesislerde futbolun gelişmesi imkansızdı. A takımlar bile toprak sahalarda idman yapıyorlardı. Şimdi minik takımlar bile çim sahalarda veya suni sahalarda idman yapıyorlar. Ne ekersen onu biçersin. Futbola gerekli yatırım yıllar önce yapıldı ve bugünlere gelindi. Halen daha da yapılmaya devam ediliyor. İstanbul'da sadece çim saha olarak İnönü Stadı vardı. Şu anda 2.lig takımlarının bile ya çim ya da suni sahaları mevcut. Eskiden hem bu şartlar kötüydü, hem de futboldan bu kadar para kazanılmıyordu. Ben şu anda futbolcu olsam sabah akşam o tesislerden faydalanmaya bakar, eksiklerimi gidermeye çalışırdım.


Henrik Nielsen mi, Daniel Güiza mı? Ve bu soruya ek olarak Fenerbahçe tarihinin en kötü transferi sizce hangisi?

Kesinlikle Guiza. Nielsen Guiza'nın daha ağır ve hantal olanı. Guiza çabuk, süratli ve de boş alanlara çok fazla koşular yapıp defansı rahatsız ediyor. Diğer soruya şöyle cevap vereyim: bize fayda sağlamayan, boş transfer diye düşünürsek, aklımın bir köşesine yazmışım ; " Demir Hotiç".

Unutamadığınız Fenerbahçe kadrosu hangisi? Sebebi nedir?

1982-83 kadrosu: takım oyununu ve takım savunmasını çok iyi yaparak, ileride Selçuk'la şampiyonluğa ulaştı. Bir sezonda 5 kupa kaldırdı bu takım. İdeal onbir: Yaşar; Erdoğan-Onur-Alpaslan-Cem ; Bulgar Mehmet-Özcan-Müjdat- Osman-Arif ; Selçuk...1988-89 kadrosu: skor ne olursa olsun 5 dakikaya bile 3 gol sığdırabilecek kaliteye sahipti. 103 gol rekorları halen kırılamayacak gibi duruyor. İdeal onbir: Schumacher ; İsmail-Nezihi-Müjdat-K.Şenol ; Hakan- Turhan- Oğuz ; Rıdvan- Hasan- Aykut...

Aşağıda blogun takipçilerinin sorduğu bazı sorulara geçmeden son olarak özel bir soru sormak isterim. Nasıl oluyor da bu kadar olayı aklınızda tutabiliyorsunuz? (maşallah diyelim tabii) Anılarınızı, hatırladıklarınızı bir yerlere not alıyor musunuz? Tribün anılarınızı bir yerlerde yazma, hatta kitaplaştırma fikri var mıdır?

Elimde bir arşivim var. Ara sıra karıştırıp tekrar etmiş oluyorum. Takıldığım konularda Fenerbahçe Tarihi Ansiklopedisi'nden faydalanıyorum. Fakat yaşadığımız olaylar aklımda. Onları herhangi bir yere not etmedim. Maçlarda ve özellikle deplasman yollarında devamlı anılarımızı arkadaşlarımızla paylaştığımız için bu unutmamamı sağlıyor. Unuttuğum çok şey elbette var. Hafızamı normal olarak görüyorum. Tribün anılarını kitaplaştırma fikrim yok.

(gfb_burak_41) 1992-93 sezonu öncesine kadar Beşiktaş ve Galatasaray’ın tribünde pek çok kez birlikte olduğuna dair rivayetler var. Bunlar ne derece doğru? Aslı astarı var mı?

Tamamen gerçek. Hem tribünde hem dışarıda yıllarca sürmüş birliktelik inkar edilemez. Fakat bu birliktelik 80'li yılların başlarında çok daha belirgin düzeydeydi. Sonraki dönemlerde tribünde bayraklarıyla falan yanyana görmesek de dışarıda beraber olduklarını duyuyor ve görüyorduk. Bu durumun bitiş tarihi ile ilgili bir bilgiye sahip değilim.


(gözde) Unutamadığınız Fenerbahçeli futbolcular, teknik adamlar ve yöneticiler var mı? Varsa bunlar kimlerdir ve nedenleri tabii.

Cemil; biz O'nun formasıyla büyüdük. Çok büyük futbolcuydu...Selçuk; dönem itibariyle Fenerbahçe taraftarının en sevdiği futbolcuların başında diyebilirim. Dar zamanlarda Selçuk imdada yetişir, golünü atar ve 2 puanı cebimize koyardık...Rıdvan; 30 senede seyrettiğim en yetenekli yerli futbolcu. sakatlığı ve sonrasındaki yanlışlıklar O'nu bitirdi maalesef...Veselinoviç; 1984-85 ve 1988-89 yıllarında bize unutamadığımız iki şampiyonluk kazandırdı. Futbolcunun dilinden iyi anlardı...Ali Şen; Fenerbahçe için çok şey yaptı. Fenerbahçe Stadı'nı açtı. Dereağzı'nda çim idman sahasını yaptırdı. Basketbol takımına büyük hamle yaptı, zirveye oynattı. Futbol takımı 1982-83 sezonunda 5 kupalı sezon yaşadı. 1995-96 yılında yine futbolda şampiyonluk yaşattı. Kimseye pabuç bırakmazdı. Fenerbahçe taraftarının basın sözcüsü gibiydi. Aklımızdan geçenleri O'nun ağzından duyabilmek bizleri çok mutlu ediyordu. O, taraftarların Ali Baba'sıydı.

(Raziel) Havuz sistemine girmediğimiz için kayıtlarda bile olmayan 97-98 sezonundan aklında kalan en önemli şeyler nelerdir? (Mesela Okocha efsanesine dair doğru düzgün video kayıt yok)

1997-98 sezonunda tv maçları vermediğinden çok bilet sıkıntısı çekmiştik. Çok karaborsa olmuştu. Çok taraftarımız da maçlara girememişti. Birkaç deplasman maçını da sayarsak tribünden Okocha'yı epeyce seyretme şansım oldu. Çok çalışkan, sorumluluk alan, arkadaşlarına yardımcı, ayaklarına çok hakim, teknik kapasitesi yüksek bir oyuncuydu. Takım oyun kurarken çoğu kez bizim defansımızdan gelip top aldığını bilirim. Hatta Okocha top almaya gelirken rakip futbolcu da O'nun sırtında gelirdi. Yine de kurtulmasını bilirdi. Çok da gol atardı. Oyunun her alanında görüyorduk kendisini. Bizden ayrılışı güzel bir şekilde olmadı fakat kulübümüz de iyi para kazandı. O sezon forvette Saffet ve Boliç kötü performans göstermeseler çok rahat şampiyon olabilirdik. Ligin bitimine 4 maç kala Antalyaspor ile deplasmanda 1-1 berabere kalarak liderliği kaybetmiştik. O sezon Galatasaray lehine yapılan hakem hataları da şampiyonluğumuzu önemli şekilde engellemişti.

(HoAmca) Pepe Metin’in vitrine girmesi ilgili sorum var. hakikati var mıdır olay nasıl vuku bulmuştur, deplasman otobüslerinin efsanesi gerçek mi acaba?

Bu olay hakkında bir bilgim yok.

(haan) 90 ların sonunda maraton tribününde Kadıköyün Çocukları diye bir grup vardı düz sarı mont giyerlerdi..(Çağkan, Erman vardı aralarında tribün yıkılınca kaybolup gittiler..) Bu grubun akıbetini biliyor musunuz?

O arkadaşlardan haberim yok maalesef. Yıkılmadan önce biz maratonun alt tarafındaydık. Maraton tribünü ağırlıklı olarak Migros tribününe gitti. Bizim arkadaşlarımız da okul tarafına gitmeyi uygun gördüler. Sonuçta bir dağınıklık oldu.

Sorularımıza vakit ayırıp cevaplandırdığın için çok teşekkür ederim. Sizin gibi yıllarını tribüne vermiş ağabeyleri tanımak, dinlemek, bilgi edinmek benim gibiler için büyük keyif…Tekrardan teşekkürler.

Rica ederim. tüm arkadaşlara sevgi ve saygılarımla...
Oktay.

Başlıksız Yazı

 En son 2018'de Fenerbahçe'de bir şeylerin değişeceğine, eski düzenin yok olacağına inanarak bir yazı karalamışım. Ali Koç'tan n...