Pazar, Şubat 27, 2011

Oscar Tahminleri (2011)


Her sene olduğu gibi Oscar Ödül Töreni için tahminlerimizi (Spor Toto oynuyormuşcasına) yazalım. Bakalım ne kadarı tutacak? (Gönlümden geçenlerden ziyade, tahmin olduklarını bir kez daha belirteyim)

***

En İyi Film - The King's Speech
En İyi Yönetmen - D. Fincher
En İyi Erkek Oyuncu- Colin Firth
En İyi Kadın Oyuncu - Natalie Portman
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu - Christian Bale
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu - Melissa Leo
En İyi Animasyon - Toy Story 3
En İyi Yabancı Film - Biutiful
En İyi Görüntü Yönetmeni - Inception (Wally Pfister)
En İyi Orijinal Senaryo - The King's Speech (David Seidler)
En İyi Uyarlama Senaryo - True Grit (Joel Coen, Ethan Coen)
En İyi Belgesel (Uzun) - Inside Job
En İyi Belgesel (Kısa) - Strangers No More
En İyi Sanat Yönetmeni - The King's Speech, (Eve Stewart, Judy Farr)
En İyi Kostüm - The King's Speech
En İyi Makyaj - Barney's Version
En İyi Orijinal Müzik - Inception (Hans Zimmer)
En İyi Orijinal Şarkı - We Belong Together - Toy Story 3
En İyi Görsel Efekt - Inception
En İyi Ses Kurgusu - Inception (Richard King)
En İyi Ses Miksajı - Inception (Lora Hirschberg, Gary A. Rizzo ve Ed Novick)

Yüzsüzlüğün Böylesi

Bu yaklaşık iki ay kadar önce Antu'nun girişinde karşımıza çıkan görseldi. Konuyla alakalı, "Cesaretiniz Varsa!" başlıklı bir yazı karalamıştık. Merak eden buradan okuyabilir.

Bu da 27 Şubat 2011 tarihinde Antu'nun girişinde karşımıza çıkan görsel. Sanki 2 ay önce Aykut Kocaman'a "Burası Malatyaspor'a benzemez vs." diyen bendim anasını satayım. Bunları unuturuz falan mı sanıyorlar, nedir acaba tam olarak düşünceleri?

Pes doğrusu!

5 Milyon Borç İstenmeyecek Sanatçılar Listesi

Pazar, Şubat 20, 2011

Şampiyonluk Yolunda Kritik Maçları Kayıpsız Atlatmak

Beşiktaş 2 Fenerbahçe 4

Maçta 3 kırılma anı oldu. Birincisi, Fenerbahçe 1-0 öndeyken Dia'nın direkten dönen topu. İkincisi; skor Beşiktaş lehine 2-1 iken Almeida'nın yüzde yüzlük bir fırsatı değerlendirememesi. Ve üçüncüsü de; Ferrari'nin Lugano'ya yaptığı hareket sonrası hem takımını bir kişi eksik bırakması hem de penaltıya sebebiyet vermesi.

Gecenin kahramanı Ferrari esprileri yapmak mümkün ama hat-trick yapan ve skor tabelasında parlayan Alex'i es geçmemek lazım. Maçın yıldızıdır. Ayrıca bu camianın başına gelmiş en güzel şeylerden biridir. Ve Twitter'da Diana Taurasi geri dönsün kampanyasına herkesin destek vermesini isteyecek kadar da büyük insandır.

Ligin 2. devresinde Trabzonspor, Manisaspor, Kayserispor ve Beşiktaş'la kağıt üzerinde hayli zor görünen 4 maç yaptı Fenerbahçe ve bu 4 maçı da kayıpsız atlattı. Şampiyonluk yolunda çok önemli virajlar olarak değerlendirilebilir dersek, yanlış söylemiş olmayız zannımca.

Nispeten zorluk derecesi daha düşük maçlarda da bu performans ortaya konulursa, şampiyonluğun en ciddi adayı olduğunu dosta düşmana kabul ettirecektir Fenerbahçe. Bundan sonra en önemli kısım budur artık.

Cuma, Şubat 18, 2011

Come Back Diana!


Amerikan basınına her ne kadar, "şu an WNBA şampiyonluğu ve Olimpiyat'ta aldın madalya kazanmaya odaklandım" dese de, Fenerbahçe taraftarı sanal alem vasıtasıyla onu geri çağırıyor. Yarım kalan bir mesele var ve alınacak intikam tabii...

Yaptığı son açıklamalardan sonra düşük bir olasılık da olsa, denemeye değer. Tıklayın, çağrınızı yapın, sesinizi duyurun!

Perşembe, Şubat 17, 2011

Nostradamus - İstinye Park

- İçeride başka futbolcu var mı?
- Guti var.

Rezil Olanların Listesi: Burada Yapılmışı Var

Tam da Taurasi'nin başına gelenlerin ortaya çıktığı ilk günden itibaren fırsat bu fırsat deyip atıp tutanlara dair bir derleme hazırlıyordum ki, Papazın Çayırı tayfasından PVH sağ olsun halletmiş olayı. İnternetin gözünü seveyim işte. Anında görüntü ve tabii yazdıklarımızda kantarın topuzu kaçarsa, gaza gelip salladıkça sallarsak, o laflar bir gün böyle gözler önüne serilebiliyor işte.

"Rezil Olanların Sıralı Listesi" başlıklı yazıyı okumak için buyrunuz...

Çarşamba, Şubat 16, 2011

Rezalet Demek Yetmez!


TBF, daha önce doping yaptığı açıklanan Diana Taurasi'nin oynaması için koyulan tedbir kararı kaldırıldı. Fenerbahçeli basketbolcunun doping testleri geri çekilirken, sarı-lacivertli kulüp olayı 'rezalet' olarak duyurdu.

Ülkedeki haber siteleri böyle duyuruyor olayı. Ama sadece ülkedekiler değil, dünyadaki tüm siteler şu an bu rezaleti haber yapıyor.

Hele bir her şey netleşsin, hem kulüp hem de basket federasyonu konuyla ilgili açıklamalarını yapsınlar bakalım. Ondan sonra bu kepazelik üzerine bizim de edeceğimiz birkaç kelam olacaktır.

Salı, Şubat 15, 2011

Biricik Sevgilim


Immo Guitti Kadıköy'den bildiriyor.

Sevgililer günü... Tüketme kültürünün en büyük öznesi insan böylesi günde yine tüketime kaptırıyor kendini. Bir yanda da yılın diğer günlerinde kapitalizmin kölesi olan ama günü muhalif geçirmek isteyen bir başka insan. İki olguya da özne olmayı reddediyorum. Küçüklükten bu yana hayatımda vazgeçilmez kıldığım ender şeylerden biri Fenerbahçe ile buluşmaya gidiyorum. Yıllardır bu garip güne denk gelen maçlardan biri için soluğu Kadıköy'ün sokaklarında aldığımda şampiyonluğa inanan silüetler biraz daha kıpırdatmaya yetiyor içimi...

Sergen'in birkaç yıl öncesine ait sözünü fısıldıyor arkadaşım kulağıma: “Nasıl oluyor da böylesine inanabiliyorlar insanlar galibiyete...” Galatasaray'la oynadığımız daha birinci dakikada gol yediğimiz maçı hatırlatıyor bana. İnsanlar, diyor. “İnanıyorlar...” Tedirginliğimi alıyor bu cümleler. İnanıyorduk. Camia olarak. İnanmasaydık Trabzon maçıyla birlikte kenetlenmezdik, bu kadar. Futbolcular çıkmazdı sahaya ellerindeki “bitmez tükenmez aşkımız” pankartlarıyla. En güzel çiçekleri sunmazdılar tribünlere...


Büfelerin önünü sarmış insanlar, az ileride “sevgililere” gül satan ablalar, kulakların pasını alan tezahüratlar. Bir yabancıymışcasına dikizliyorum etrafı. Duramayacak kadar yorgunduk ama bir o kadar da heyecanlıydık, sıra ilerlerken. Sevgilileri görüyorum tribünlerin içinde. Aklıma televizyon ekranları geliyor. Kesin bunları arıyorlardır göstermek için, diyorum kendi kendime. İnsanlar ekran başında böylesi görüntüler izlemeliydi. Kameranın önü her zaman temiz olmalıydı. Sevgililer Günü de olsa burada olmaktan başka çarem yok. Sürekli olarak gidip geldiğim, sevindiğim, üzüldüğüm bu tribünde olmaktan başka çarem yok. Kimsem yok, Fenerbahçe'nin yanına koyabilecek. Olsaydı bağıramazdım elli bin kişinin arasında “Fenerbahçem benim... Biricik sevgilim...” diye. Hissetmeseydim, susardım.

Mustafa Denizli'nin bana armağanıdır, maçı öncesinde oynamak. Santra öncesi tüm duygumuzla bağırırken bir yandan maçı oynuyordum kafamda. Bazen güvenebiliyordum kendime. Galatasaray'ı 4-0 yendiğimiz maçta ilk 20 dakikada 2-0 öne geçeceğimizi tüm tribüne yaymıştım. Anlam verememişlerdi ama 2-0 olduğunda koca bir tribün üzerimdeydi sevinçten. Aslında bu benim ilginç görüşüm. Her maçta erken gol atarız diye düşünürüm. Yine öyle oldu. Gol atacağımızı biliyordum, erkenden. Attık zira. O ara gösterilen ruh ve hırs bütün yorgunluğu alıp götürüyordu. O an oradaki elli bin kişinin hiçbir derdi yoktu. Bütün tasalar unutulmuştu, doksan dakika boyunca da hatırlanmayacaktı. Ayağıyla değil yüreğiyle oynayanları gördükçe bir kez daha inanıyordum, şampiyonluğa. İhtiyacımız var buna...


Yanımdaki arkadaşım hatırlatıyordu, Lugano'nun 3 sarı kartta olduğunu. İşte o andan itibaren gözlerim hep ona takılıyordu. O, olmalıydı gelecek haftaki mücadelede. Düşüncelerle beynimi kemirirken Lugano kafayı çakmaya geliyordu. Koşuşu habercisiydi golün. Goller ikilendiğinde biraz daha rahatlıyordum. O ara yükselen “Fener gol, gol, gol... Şampiyonluk geliyor” tezahüratları klasik koşullanmaya sürüklüyordu beni. Aklıma kötü şeyler getiriyordu ama bizim çocuklar bu kez daha kuvvetli inanıyor, söküp alacağına takımın. Gerekirse tribün sahaya iniyor artık. Geleneksel tribünden daha agresif tribüne bir geçiş yaşadık son haftalarda. Belki de olması gerekeni yapıyorduk. Artık tribünlerden kulakları sağır eden sesler, futbolculara yönelikti. Sırayla herkesin sesi duyuluyordu. Alex'le başlayan Kocaman'la biten kişisel tezahüratlarda futbolcuları düşünüyordum, tek tek. Alex, diyordum kendi kendime. İleride yaşça küçüklere anlatacağımız adam. Gökhan Gönül... “Avrupa'da oynama hayalim yok, hayalim burasıydı” diyen futbolcu. Son haftalarda müthiş gelişme gösteren Mehmet Topuz... Adeta kabul ettirmişti kendini. Selçuk... Bu takımın adamı Selçuk. Kanat oynayamayan, bu yüzden hataları artan Niang... Gelirken, “Fenerbahçe'yi şampiyon yapmaya geliyorum” diyen adam. Bir zamanlar benim de hayalimdi, bu sözleri söyleyen kişi olmak...

Maç bittiğinde köfte kokularının Kadıköy'ü sardığı, sigara dumanlarının altında insanların “şampiyonluk” yorumları yaptığı her biri Rıdvan Dilmen olan güzel Fenerbahçeli insanlarla birlikte yürüyordum... Bir kez daha buradan mutlu ayrılmanın verdiği tebessümle. Yarınki mesaiyi düşünmeden... Aşıktık hepimiz. Hiçbir zaman olmadığı ve olamayacağı kadar...

misafir yazar: Immo Guitti

Çarşamba, Şubat 09, 2011

Blog Söyleşileri #5: Borges


Hanidir blog söyleşisi yapmıyorduk. Aklımda söyleşi yapmak istediğim onlarca isim var. Onlardan biri de Orhan Uluca, yani nam-ı diğer Borges idi. Türkçe içerikli futbol bloglar aleminde Bundesliga dendiğinde akla gelen ilk isim malum Borges. Bugüne kadar ağırlıklı olarak futbola dair yazıp çizdikleriyle bilinen bir isimdi. Bu söyleşide futbola pek girmeden Borges'e sorular sorduk, o da sağ olsun bunlara cevaplar verdi.

Söyleşiye geçmeden, Orhan'a vakit ayırdığı için buradan da tekrar teşekkür edeyim.

***

"Neyden vazgeçtiğinizi ancak tamamen ondan uzaklaşınca fark edersiniz."


İnternette Türkçe içerikli futbol bloglarının mantar gibi bitmediği, hatta sadece 3-5 blogun olduğu dönemlerde Borges Blog yayına başladı. Peki o günlerden bugüne Orhan Uluca ve blogu nasıl tanınır hale geldi? Neler yaşandı? Bulunduğun konuma gelesiye kadar hayatına dair bir şeylerden fedakarlık ettin mi mesela?

Blogun tanınması yazılarla ilintilidir. Bugün dahi iyi bir yazı yazdığınız vakit var olan okur kitlesinin yaklaşık on katı kadarı insana ulaşabiliyorsunuz. Genel bir değerlendirme yapacak olursak biz aslında Aceto Balsamico'nun başarısının yukarıya taşıdığı bloglarız. 100-200 kişi var iken onun bizi linklemesi ve onun kişisel başarısı nedeniyle medyanın ilgisini buraya çekmesi tanınma/bilinme konusundaki önemli ayrıntılardır.

Fedakarlık ? 3000'e yakın yazı ki bazılarının sadece fotoğraf sayısı 20'nin üzerindedir. Dolayısıyla bu kadar vaktin olduğu yerde elbette uğruna vazgeçiyoruz bir şeylerden.. Lakin buna tam olarak "fedakarlık" diyebilir miyiz ? Sevdiğimiz bir şey için çabalıyoruz ve bazen bunun bedeli oluyor. Bedel ödüyoruz daha doğru. Sigara içersin ve bir gün bunun zararlarını karşılamak durumundasındır gibi.

Borges rumuzuyla yazmak zor zanaat olsa gerek. Yazdığın bir şey beğenilmediğinde, “yahu bir de utanmadan Borges rumuzuyla yazıyorsun efendi” gibilerinden tepkiler aldığını tahmin ediyorum. Çünkü genelde bu tarz şeylere internette sık rastlanır.Senin de başına geliyor olsa gerek. Doğru mudur?

Hatırlamaya çalışıyorum ama çok yok gibi. Sanırım bir kez beğenmediği fikir sonucunda bir de "Borges" ile yazıyor diye bir serzeniş olmuştu ama çok net hatırlamıyorum. Genelde bu gibi eleştiriler çok olmuyor. Ben karalamalar kısmında futbol dışı konular yazıyorum ama bu nedenle okunmuyorum. Öyle bir iddiam da olmadığından dolayı edebi açıdan değerlendirmeye girmiyoruz. İslam Çupi olsaydı rumuz o zaman belki bu gibi eleştiriler gelirdi.

Yanlış hatırlamıyorsam İlhan Mansız bir keresinde şöyle demişti: “Almanya’da yabancıyız,Türkiye’de Almancıyız.” Sence de böyle bi’ Araf’ta olma durumu mevzubahis mi?

Eh öyle. Burada doğduğun andan itibaren aslında buraya ait değilsin hissi ile yaşar iken ait olduğunu sandığın yere gittiğinde yaşadığın yerden daha fazla yabancı hissettiğin "memleketin" ile karşılaşıyorsun. Ne orada ne de burada.

el burrito'nun notu: Söyleşiyi yaptıktan sonra tekrardan araştırdım bu meseleyi
ve o esnada karşıma bu kitap çıktı. Bundan da hiç haberim yoktu.

Diğer bloglarda pek görmediğim bir özelliğin var. Neredeyse yazılara gelen her bir yoruma ve fikre katılma/katılmama durumunu üşenmeden anlatıyorsun? Bu hep böyle devam edecek mi? Bir gün, “aman bana ne; isteyen istediği şekilde fikrini belirtsin, ben yazıda derdimi anlatmışım zaten” der misin?

Son zamanlarda yapmıyorum ve fakat zamanında da bunu keyifle yapıyordum. Bugünlerde daha çok sessiz bir okunma söz konusu. Sanırım ben de böyle istiyorum.İletişime geçiyorsunuz insanlarla ve aslında yazıya döktüğümüz fikirleri gelen yorumlarla zenginleştiriyoruz. Blog yazmanın bir kazanımı varsa bu fikrin okur yorumlarıyla genişletilmesidir. Gelen yorumlar sizin düşünmediğiniz/calışmadığınız yerlerden olması yazarına çok önemli katkı sağlıyor ve fakat bazen de angarya. Bir post olacak konuyu yorumlarda soruyorlar ve cevap bekliyor insanlar. O kendisi adına haklıdır ve hak ettiği saygıyı bekliyor ama her posta onca soru geldiği vakit can sıkıcı bir hal alıyor.

Üç meseleden ötürü çok eleştirildiğini görüyorum. Tek tek sorularda onları sorayım. Birincisi, polemiklere çok girdiğin söyleniyor. Bu eleştiri için düşüncen nedir? Yahu abarttım sanırım dediğin veya abartıyor muyum yoksa diye kendine sorduğun oldu mu hiç?

Blogdan ziyade sözlük yazarlığı esnasında geçerli olabilecek bir eleştiridir daha çok.. Ekşi Sözlük'te yazar iken çokca kez polemiğe girmişimdir. Abarttığım mutlaka ki olmuştur kimilerine göre ama ben o an için böyle düşünüyor olsaydım sanırım abartmazdım. Üzerime bir yazı yazıldığı vakit cevap veriyorsunuz ama son dönemde önce yazana bakıyorum cevap vermeye değer mi diye.


İkincisi; bloga yazmayı bırakman, akabinde Uçan Hollandalı’nın blogunda karalaman,daha sonra tekrar Borges Blog’dan üretmeye devam etme meselen… Burada da her zaman herkese yapıldığı gibi “tutarsızlık” sorgulaması yapıldı. Borges rumuzuyla yazan kişi değil de Borges Blog’unun okurlardan biri olsan, tüm bu olup biteni nasıl yorumlardın?

Oradan nasıl görünüyor bilmiyorum ama ben o dönem yaşadığım sorunlardan dolayı bıraktım. Daha bıraktığım günün ertesinde Fırat Topal ara ara blogunda yazmamı istedi benden. Aslında fikir çok güzel zira ne her gün yazmak durumundasın ne de yazmaktan uzak duruyorsun gibi. Bir kaç ay sonra oraya yazı gönderdim ve bir süre sonra neden kendi blogumda devam etmiyorum oldu. Başa döndük. Bu geçilen süreçlerin içerisinde ben karar veriyorum aslında ve yukarıdaki fedakarlık kısmına çok uymasa da bir şeylerden bizzat kendi keyif aldığım yazma eylemi için vazgeçiyorum. Bu kendi hayatımın düzenlenmesi konusunda çok da kolay olmadı. Tekrardan başa döndüğünüzde nelerden vazgeçiyoruz burası çok dile getirilmediği için belki anlaşılamıyorumdur. Tutarsızlık kısmı yaşanılanların tam anlamıyla yansıtılmadığından dolayıdır. Neden bırakıyorsun ve neden başka bir blogda yazıp tekrardan neden yazmaya başlıyorsun? Açıklaması benim adıma oldukça basit ve fakat algılanması yeterince açık olamadığımız için o kadar da kolay değil sanırım.

Dışarıdan nasıl görürdüm? Bülent Timurlenk bir ara bırakmıştı, orada da yorumum durur hala sanırım. An gelir, beş saniye sürer bir post atmak. O anın getirisini her daim yaşatmak durumunda değilsiniz ki tutarlılık nedir ki ? Oscar Wilde'nin Dorian Gray'in Portresine atıfta bulunarak bunu uzun uzun da işledim blogun karalamalar kısmında. Bugün bana doğru gelen yarın da doğru gelmek zorunda mıdır geçen sürede edinilen onca tecrübe ve bilgi sonrası? On yaşından bu yana tutarlı olduğunuzu düşünürsek bu neyin göstergesidir ?

Ve üçüncüsü. Ortada bir blog var. Bir şekilde ön plana çıkmış ve bugünlere kadar gelmiş.Haliyle belli bir kemik okuyucu kitlesi oluşmuş. Ancak “reklamlar, para getirisi vs.”konusunda gerek blogda gerekse de başka bloglardaki yazılar üzerinden girdiğin tartışmalar neticesinde o kemik okuyucu kitlesinden hatırı sayılır bir kısmı kaybettin gibi geldi. Bunu tabii rakamlara dökme şansım yok fakat öyle hissettim. Yine kendi gözlemime göre deyip devam edersem, Borges’i çok özel gören bir kitle vardı. Ve o kişiler reklam meselesine dair yaptığın açıklamalarla pek tatmin olmadılar gibi. O tartışmaların yaşandığı dönemde derdini yeterince iyi anlattığını düşünüyor musun?

Bir kitle kaybı yaşadığımı düşünmüyorum ve hatta ilginç olan blogların popüler olduğu dönemde var olan okur sayısının şu an sanırım herkes dörde beşe katladı. Daha sessiz daha az yorumlar oluyor ama daha fazla insana ulaşıyorsunuz. Burada Twitter ve Facebook'un iyi bir yazının reklamını daha kolay yapabilme şansı vermesinin de sanırım payı büyük. Eskiden bu yoktu. Bunun dışında her yazınız, her fikriniz birilerinin hoşuna gitmiyor ve aynı zamanda tersi. O kayıp her yazıda yaşanılıyor. Bunun dışında ben düşündüklerimi yazıya döküyorum ve sonucunda birileri gidiyorsa o zaman demek ki insanlar iyimser bakıp kendi güzelliklerini Borges'e yerleştirmiş ve başka birini sevmişler. Sonrasında yakından bakınca "o kadar da değilmiş" diyerek geri çekilmiş olabilirler. Bunlar beni rahatsız etmiyor. Ne zaman ki düşündüğümü "kitle kaybı" gibi kimi kaygılar nedeniyle yazıyla ifade edemem o zaman sorun vardır demek ki. Daha ileride yazacağım yazıları düşününce çok fazla kitle kaybolacak ve oluşacak ve fakat bakılan kriter ben o an için doğru bulduğumu ifade etmekten çekiniyor muyum? Zira okur sayısı arttıkça bu baskı fazlalaşıyor ve dışarıdan zamanında baktığım gibi kolay değil bununla baş etmek.
Reklam konusu basit. Keşke reklamdan adam gibi para kazansak da hiçbir iş yapmasak, sadece blog yazsak, futbolla yatıp kalksak. Keşke ama bu mümkün değil. Siz belki üniversiteye yeni başladınız ya da belki vaktiniz çok ya da başka başka. Sizi bilemem ama benim için ortada çok net bir doğru mevcut. Blogdan ya da futbol yazarlığından para kazanırsam başka bir iş yapmam ve bloga, futbola acayip vaktim olur. Bu olmazsa blog yazarlığı da olmaz. Bencil miyim? Belki de. Ama insanlar beni sevsin diye derdim yok ve sevilecek bir karakter de değilim. Yanlış tanıtım olmadığı sürece bu ve benzer fikirlerimden dolayı gelecek olan neyse sorun değil. Sıkıntı daha çok yapmadığınız bir eylem, düşünmediğiniz bir fikir nedeniyle olduğu vakit. İftirası var, çarpıtılması vesaire. Yoksa tekrarlıyorum düşündüklerimi burada ve ne gelecekse kabulümdür.

Bir önceki soruya paralel olarak şöyle bir şey sorayım; bu ülkede blog yazarları gereğinden çok ciddiye alınmıyor mu?

Neden alınmasın? Ulusal yayın yapan bir kanalda "futbol blog" adı altında bir televizyon programı yaptıracak kadar kendisinden söz ettirdiği için mi? Ulusal basın ve dergilerde pek çoğunun yazısı yayımlanabildi diye mi? Ciddiye alınmaması için geriye ne kalıyor? Ben,Fırat BirGün'de yazıyoruz. Pek çoğu pek çok dergide ve hatta Uğur gazetenin üzerine radyo programına başladı vesaire.

Bırakın başkasını ben kendi adıma nasıl baktığımı size anlatayım. Yazmadığımda azalır ya da iyi bir yazıda beş katına çıkar filan ama kabaca günlük 2500 insan var her gün gelen. 2500 insana bir içerik sunuyorsunuz. Bizim köyün nüfusu 500 bile değil. 6 tane köyün her gün okuduğu gazete gibi düşünüyorum. Ben sadece bu insanları ciddiye alıyorum ve bir şeyleri paylaşmaktan keyif alıyorum, okunmaktan da. Ciddiye alma eylemi benim için bloga gelen kitleyi önemsemektir.

Dahası blogları okuyan kitle basının internet ile arası çok iyi olmayan o eski yorumcuları dışında kalan büyük bir kısmını da içeriyor. Twitter'dan biliyorum ben kimlerin takip ettiğini. Ülke basınına ve haliyle onun şekillendirdiği topluma dokunma şansı değil ihtimali dahi ciddiye almak için yeterlidir.

Aynı zamanda her gün yazı yazıp 4 yıldır içerisinde bir şekilde var olduğunuz yeri ciddiye almamak insanın kendisini pek ciddiye almaması gibi bir şey olsa gerek. İsterse birilerinin gözünde hiçbir değeri olmasın bu neyi değiştirir ki sen üzerinde onca vakit harcadıktan sonra? Tersi daha komik olurdu gibi.



Futbol blogları alternatif medya mı? Yoksa futbol blogu yazanlar alternatif futbol yorumcuları mı? Veya e) hiçbiri mi?

Şöyle düşünüyorum. Almanya'da yaşıyorum. Buranın ligine inanılmaz bir vakit harcıyorum aslında. Ve tüm bunları yazıya dökerek insanlara ulaştırıyorum. Bunu Bundesliga açısından ele alırsak ülkenin diğer herhangi bir spor basınında bulamazsınız. Diğeri ise öğrenci olup vaktinin bir hayli fazla olmasından dolayı futbolun Avrupa tarafına futbol yazarlarından çok daha fazla vakit ayırabiliyor. Farklılık sunabiliyor. Dahası herhangi bir baskı olmadan fikir özgürlüğünün sonsuz olduğu yerde kimi zaman daha rahat konuşabiliyor. Hepsini topladığınızda bir ihtiyacı karşıladığını görürsünüz. Adına ne derseniz deyin ama işte hepsi budur.

Genelde baskı olmaksızın daha özgür bir ortamın içeriği olarak algılanıp alternatifliği dile getiriliyor ve fakat spor yorumcularını düşünün. Pek çoğu evli, çoluğu çocuğu var ve mutlak suretle yerel ligi takip etme zorunluluğu var. Vakti yetmiyor pek çok lige. Şimdi geride Avrupa futbolu eksik kalıyor. Öğrenci kesimi vaktin de bolluğu nedeniyle sürekli değişen futbolu Avrupa’dan daha doğru bir şekilde de yakalayabiliyor. Ada futbolunu ben blogların dışında basından takip edemem, böyle bir şansım yok. Oturup Noat okurum. Daha iyisi var mı?

Evlilik aşkı öldürüyor diye bir laf var ya, -aynı tonda söylersek- Twitter da blogları öldürüyor desem misal, buna ne dersin?

Twitter blogları yaralamıştır çünkü çokça zaman o tepkiyi oradaki insanlara vererek içsel bir rahatlama yaşarız. Bloga yazarak o rahatlamayı sağlıyorduk ama aynı içeriği yine takipçi sayıları belirli bir sayıyı bulanlar Twitter'dan da rahatlıkla verip ikinci bir tekrara girişme hevesinden mahrum kalıyorlar. Yazının içeriğidir bazen yazdıran ve o içerik bir şekilde Twitter nedeniyle sağlandığı vakit bloga yazmak lüks kaçıyor. Twitter o yazı yazdıran etkiyi blog yazarlarının elinden almıştır bir bakıma. Başka açıdan Twitter nedeniyle ben 3 değil de 5 kişiye de ulaşmış oluyorum. Zararları olduğu kadar faydaları da mevcut.

İlkokul aşklarının kolay kolay unutulmamasının sebebi nedir? İlk olması mı veya en naifi olması mı?

İnsanın hayata ve elbette insanlara bakışının farklı olması nedeniyledir. O dönemlerde insanı başka biliriz, aşkı da. İnanabilmekle ilintilidir. Öyle bir inanırsınız ve gerçek bir beraberlik olmadığından dolayı daha fazla düşünüp tutkunun şiddetini arttırırsınız. Zamanla beraber aslında daha iyi tanıdığınız ve daha güzelini daha iyisini bulsanız da insana bakışınız çocukluğunuzdaki kadar güzel ve masum değildir. Ona duyduğunuz sevgi de.

İnsanlığın en büyük sorunu sence nedir? Fakirlik mi, sevgisizlik mi, nedir?

Fakir olmasaydık dahi o ortamın bir fakirliği olurdu. Sevgi istenilen düzeyde olsaydı dahi yine bir sevgisizlik tanımı olacaktı. Bakış açısı diyorum ben. Türkiye'de olan pek çok sorunun olmadığı bir yerde yaşayıp da oraya göre çok daha mutsuz bir hayatım olduğunu gördükten sonra yaşama bakışım her anlamda değişmiştir. İnsanoğlu her yerde içerisinde bulunduğu ortamı daha iyi olması adına mücadele vermelidir ama unutulan şudur ki "daha iyi" kıstası o zorlukların yaşanması sonucu oluşur. O acılar yaşanmadığı vakit daha iyi diye bir şey de yoktur, gözden kaçan bana göre budur.

Hep derim ya dedem Balıkesir'den Manisa'ya yürürdü gençliğinde. Bugün otobüse biniyoruz ve sıkılıyoruz. Dedemin o yol maceraları ise çok daha keyifliydi belki de.

Almanya’dan baktığında Türkiye nasıl görünüyor?

İnanmayacaksınız ama çok güzel. Az önce "Aşk Tesadüfleri Sever" filmine gittim ve Ankara'yı görünce gözlerimden yaş geliyordu neredeyse. Orada çekilen sıkıntıların aslında bir karşılığı var. Bunu bazen o sıkıntı görünmez kılar ama şunu biliyorum ki insan doğduğundan itibaren içerisinde ona sahip olarak yaşadığı pek çok durumun değerini bilemiyor. Kör olmadığınız vakit görme eylemi sizin için çok bir şey ifade etmeyecektir gibi. Dolayısıyla bir gün benim gibi ülkeyi arkanızda bırakma fikrine gelirseniz şunu unutmayın ki, neyden vazgeçtiğinizi ancak tamamen ondan uzaklaşınca fark edeceksiniz. Giderken bunun maalesef farkında olamıyor insan.

Fatih Akın için ne düşündüğü merak ediyorum. Bugüne kadar onun hakkında yaptığın bir yoruma rastladığımı sanmıyorum. Merak ettim.

Aslında ekşi sözlüğe girip gegen die wand/@borges yaparsan o muhteşem film hakkında yazmış olduğum entry okunabilir ki o da çok doyurucu gelmeyecektir zira daha çok birilerine cevap niteliği taşır. Başyapıtıdır bu film. Gegen die Wand sonrası filmlerinden daha fazla beklenti içerisine girdiğimi söylemeliyim belki. Samimiyeti o Altın Ayı ile gelen ilgi sonucu yara almıştır diye düşünürüm çokça. Gegen Die Wand'ın üzerine çıkmasını bekliyorum ve belki o zaman daha bütünlüğü olan bir eleştirisi olabilir zira Temmuzda (İm Juli) ile Duvara Karşı'nın sonrası arasında bir zirve söz konusudur. Çok daha yükseğe çıkabilecektir, bekliyorum büyük bir umutla.



American History X filmine dair eleştirini okuduğumda ilk etapta düşündüğüm şu olmuştu: filmin alt metnine bu denli takılmana sebep olan şey bu filmin bir Hollywood yapımı olmasından kaynaklanıyor bana kalırsa. Bu Amerikalılar görselliği fazla severler, bazı sahneleri seyirci bütün duyguları tamamıyla yaşasın diye sonuna kadar verirler coşkuyu. Bu bakımdan rahatsız edici noktaya geliyor olay bir yerden sonra. Benzer konulu bir film daha çekilse ve atıyorum bunu Avrupalılar yapsa belki bu denli rahatsızlık duymazdın. Bana öyle geldi de.

Sana öyle gelmiş.

Öncelikle eleştirinin ne olduğu ortaya koyulmalıdır sanırım. Holivud ya da Fransız sineması olmasının bir önemi yok ve benim sorun ettiğim nokta "faşizme ya da ırkçılığa karşı güzel bir film" diyerek sunulmasıdır. O filmin içerisinde insanları ayrımcılığa sürükleyecek ayrıntılı ve sağlam argümanlar sunulur iken (Göçmen yasası sonrası babasının yanına iki herhangi beyaz yerine onlardan daha az iyi olan iki siyahi insanın işe alınması ve babasının bu nedenle kurtarılamayarak ölmesi gibi) faşist karakterin dönüşümünü ise sadece hapishanede yaşadığı bir tecavüze indirgenmesidir. Neden ırkçı oluyorum kısmı düşünsel bazda irdelenmiş iken neden ırkçı olmamalıyım kısmı oldukça kaba ve ırkçı fikrin içeriğine dokunmadan işlenmesidir rahatsız eden. Daha ayrıntılı olarak şuradan okunması gerekir: http://devrimderki.blogspot.com/2009/04/american-history-x.html

Hıncal Uluç bu ülkenin en çok eleştirilen isimlerinden biridir öyle değil mi? Her konuda yorum yapması, onu eleştirenleri en çok rahatsız eden şeylerin başında geliyor. Öte yandan gerek bloglarda gerekse de sosyal medyada hemen hemen herkes her konuda yorum yapıyor.Futbol blog yazan kişilerin çoğunda da “ben daha iyi bilirim” edasıyla üstten bakma/yazma duygusu var örneğin. Böyle bakınca, çoğumuz birer Hıncal Uluç Jr. olmuyor muyuz sanki?

Olmuyoruz.

Ben daha çok Bundesliga üzerine yorum yapıyorum misal kayakla atlama üzerinden fikir beyan etmiyorum ki etsem dahi kim beni ciddiye alır? Etkisi ne olur toplum üzerinde? Noat Samisa daha çok hakim olduğu konular üzerinde. Keza Bülent Timurlenk İtalya-İspanya futbolu.. Bundesliga’ya bile çok nadir. Bırakın futbol dışı diğer spor olaylarını. Dahası Hıncal Uluç'un sorun yaratan tarafı her alanda konuşması değil basının içerisinde farklı olanı dile getirmek için marjinal düşünceye olan bağımlılığını uç fikirlerle dile getirmesi. Arda Messi'den iyi değildir. Özgün fikir adına bu denli saçmalaması olağan da değildir.

Pek futbol bahsi açmak niyetinde değildim ama bunu sormazsam olmaz. Bir Fenerbahçeli için Alex de Souza çok ayrı bir isimdir. Belki de Fenerbahçe formasıyla bu kadar özel bir oyuncuyu bir daha izleyemeyeceğiz. İşte böylesine özel bir oyuncuyu en iyi anlatan yazıyı bir Fenerbahçeli değil de, Galatasaraylı Borges’in yazdığına inanıyorum (bkz. www.eksisozluk.com/show.asp?id=16949456) Borges’e Alex’i böyle anlattıran neydi peki? (kolay kolay bir yazıyı kıskandığım olmadı bugüne dek ama sanırım ilk kez bir yazı için bu yazıyı ben yazmalıydım dedim)

Yazı hakkındaki düşüncelerin için öncelikle teşekkürler. Neden yazdım?
Haksızlık. Vicdansızlık.

Bu denli yarar sağlamış bir oyuncunun bu kadar çok eleştirilmesi olağan değil Bir takıma nasıl olursa olsun bu kadar katkı sağlayabilmiş oyuncunun onca insanın çuvalladığı yerde onlardan daha fazla eleştirilmesi doğru değil. Dahası Avrupa Liglerinde şunu bunu yapamaz diyerek haksız bir şekilde değerini düşürme çabası mümkün. Her ülkenin ihtiyacı olan futbolcu tipinin birbirlerinden farklı olması olağan değil midir? Biz her zaman söylediğim gibi Avrupa ile aynı koşullara mı sahibiz ki aynı eksikliklerden şikayet edelim? Alex bizim ya da Fenerbahçe'nin içerisinde çok önemli bir ihtiyacı karşılamış ve aslında ona göre bir sistem geliştirebilen teknik adamın elinin altında Avrupa’ya da meydan okuyabilmiş. Neden bu görülmez ki? Misal Hakan Şükür belki pek çok sıradan Avrupa takımında ilk on bire değil ikinci takıma bile giremezdi diyelim, neyi değiştirir? Sana UEFA kupası kazandırması, milli takımda onca gol atmasına engel mi teşkil ediyor?

Bundesliga’da bir takıma Alex'in yarısı kadar katkı yapmış adam öyle saygı görüyor ki teknik adam bile dokunamıyor. Oysa orada sevginin şiddetinden fazla nefret söz konusu. Hoş değil..

Noat Samisa ile blogda yaptığın röportajda burçlar üzerinden yapılan genellemelerden yola çıkarak bir soru sormuştun diye hatırlıyorum. Burçlara olan bağlılığın ne boyutta? Sadece İkizler burcu olduğunu ve bunu her söylediğinde, karşı cinsten tedirgin edici tepkiler almak dışında burçlar hakkında bilgisi olmayan biri olarak soruyorum.

İkizler deyince uzak durun derim ben;)) Fala inanma falsız da kalma gibi bir şey benimkisi. Yay Burcu hakkında yapılan ve özellikle sözlükte Divina'nın yorumlarından sonra farklılaştı, kabaca olsa da bir fikir verdiğine inanıyorum;)



John Stockton hayranı olduğunu biliyorum. (ben de öyleyimdir). O dönemlerde Chicago Bulls, Michael Jordan’ın da büyük katkısıyla başarıdan başarıya koşarken, Utah Jazz genelde onlara karşı kaybeden taraftı. Kaybedeni sevme, ona yakınlık kurma daha çok bizim memlekete özgü bir duygu sanki. Elbette istisnalar vardır ama genelde çoğu kişi hayatında birilerine kaybedene veya bir şekilde ezilene yakınlık duyar. Benim Utah Jazz’a olan meyilim sanırım biraz da bundandı (ve Stockton tabii), sendeki Utah Jazz sempatisi de Stockton konusu dışında, bu sebepten olabilir mi?

Benim John Stockton sevdam Utah finale çıkmadan çok çok önce başlar. Lise yıllarında lisanslı basketbolcuydum babamın futbola soğuk bakışı nedeniyle. Oyun kurucu olduğumdan dolayı kendime örnek olarak o dönem NBA Action'da tanıtımını gördüğüm John Stockton'ı aldım. Misal Orhun Ene de o dönemin kahramanıdır. Çok uzun zaman onu takip ettim ve yıllar sonra onun takımı finale kalınca da onu desteklerken gördüm kendimi aynı zamanda bir Michael Jordan hayranı olarak. Finale kalmasaydı dahi benim takımım Utah Jazz idi. Kaybedenlerle filan ilgisi yok yani. Bu bende hep böyle olmuştur. Anders Limpar için Arsenal'liydik. Andreas Möller nedeniyle bir Dortmund bir Frankfurt gibi.

En son bölümde bugüne kadar blog söyleşilerinde hiç yapmadığım bir şeyi yapalım. Birröportaj klişesidir bu gerçi. Bazı isimler yazacağım, sen de onlar hakkında düşündüklerini bir iki kelimeyle yazarsan sevinirim.

Zoran Simoviç: Galatasaraylı olma nedenimdi.

Mehmet Demirkol: Eleştirileri ciddiye almasından dolayı sürekli kendisini geliştiren ve başarılı bir futbol yorumcusu. Ülkenin ona futbol konusunda ihtiyacı olduğunu düşünürüm hep.

Nihat Genç: Leman'da yazar iken eskiden çok severdim ve fakat yer yer faşizme kayan tarafı bir yana kendisini bu kadar çok övmesi irrite etmiştir. Uzun zamandır takip etmediğim gibi bu gün geldiği nokta itibari ile sevdiğim bir yorumcu/yazar olmadığını rahatlıkla dile getirebilirim. Merak edenler sözlükte hakkında yazdığım entryleri okuyabilirler.

Sırrı Süreyya Önder: Her bakımdan severim. Yazılarını ve hatta o güzel "Beynelminel" filmini de. Keşke arkadaşım olsa dediğim bir adamdır.

Mesut Özil: Çocukluğundan bu yana takip ettiğimden dolayı ayrı futbolundan dolayı da ayrı severim. Yeşil zeminlerin üzerinde gezinen bir sanatçıdır benim için. Çok özel bir yetenek ve sadece onun için neredeyse oynadığı her Real Madrid maçını doksan dakika izlemişimdir.

Orhan Pamuk: Yazar. Buradaki Almanlarla konuşabildiğim nadir Türk nesnelerinden. Kara Kitap'ı biraz daha fazla olmak üzere her eserini büyük bir keyifle okudum. Rıdvanlaşırsak bir Oğuz Atay değil ama çok güzel ve yetenekli bir yazar.

Hakan Şükür: Bir futbol kulübüne taraftar olmanın bedelidir. Çok sevdim, çok nefret ettim ve fakat yeteneğine göre baktığınızda ülkenin en başarılı futbolcusu diyebilirim.

İsmail YK: Alaman Türkleri.

Varol Döken: Futbol Bloglarının fenomeni.

Fırat Topal: Başarılı bir futbol yorumcusu. Futbol emekçisi. Bir sonraki röportajımı gerçekleştireceğim yazar;)

Vakit ayırdığın ve soruları cevapladığın için teşekkürler.

Büyük bir keyifle cevapladım soruları. Çok çok teşekkürler.

Salı, Şubat 08, 2011

Fenerbahçe'nin En İyileri 2010


1907 Ünifeb geçtiğimiz sene olduğu gibi, bu yıl da "Aydınlık Gelecek Ödülleri"ni dağıttı. Aşağıda 1907 Ünifeb üyelerinin oylarıyla 2010 yılının en iyisi seçilen tüm adaylarının listesini paylaşmadan evvel; ödül kazanan herkesi tebrik ederken, "En İyi Fenerbahçeli Blog" ödülünü alan Papazın Çayırı tayfasını buradan ayrı kutlamak isterim. Gerçekten çok özel blogların yer aldığı bir kategoriydi. Ama malum bir tane kazanan çıkıyor. Geçen senenin ödül sahibi olarak kendilerine bu yılki ödülü bir törenle vermek isterdim ama böyle uygun görülmüş, n'apalım artık... (eheh)

İşte tüm kazananlar...

Yılın Futbolcusu
Alex de Souza

Yılın Golü
Alex de Souza (2009-2010 TSL 23. Hafta İstanbul BŞB – Fenerbahçe)

Yılın Erkek Basketbolcusu
Ömer Onan

Yılın Kadın Basketbolcusu
Nevriye Yılmaz

Yılın Erkek Voleybolcusu
Emre Batur

Yılın Kadın Voleybolcusu
Ekaterina Gamova

Yılın Amatör Sporcusu
Nevin Yanıt (Atletizm)

Yılın Branşı
Kadın Voleybol

Yılın Antrenörü
Jan De Brandt - Kadın Voleybol

Yılın Fenerbahçe Kurumu
Fenerium

Yılın Spor Kanalı
Ntvspor

Yılın Spor Programı
Spor Servisi (NtvSpor)

Yılın Fenerbahçe Muhabiri
Loran Vayloyan – Ligtv

Yılın Yorumcusu
Rıdvan Dilmen

Yılın Spor Gazetesi/Spor Servisi
Radikal

Yılın Spor Dergisi
FourFourTwo

Yılın Spor Sitesi
Sporx

Yılın Fenerbahçeli Blog'u
http://papazincayiri.blogspot.com/

Yılın Fenerbahçeli Ünlüsü
Uğur Dündar

Yılın Transferi
Ukic (Erkek Basketbol)

Marilyn Manson - The Beautiful People



Marilyn Manson - The Beautiful People
Yükleyen universalmusicbelgique. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

i don't want you and i don't need you
don't bother to resist, or i'll beat you
it's not your fault that you're always wrong
the weak ones are there to justify the strong.

the beautiful people, the beautiful people
it's all relative to the size of your steeple
you can't see the forest from the trees
and you can't smell your own shit on your knees

there's no time to discriminate,
hate every motherfucker that's in your way

hey you, what do you see?
something beautiful, something free?
hey you, are you trying to be mean?
you live with apes man, it's hard to be clean

the worms will live in every host
it's hard to pick which one they eat the most
the horrible people, the horrible people
it's as anatomic as the size of your steeple

capitalism has made it this way,
old-fashioned fascism
will take it away

hey you, what do you see?
something beautiful, something free?
hey you, are you trying to be mean?
you live with apes man, it's hard to be clean

there's no time to discriminate,
hate every motherfucker that's in your way

hey! hey!

the beautiful people, the beautiful people(ahh)
the beautiful people, the beautiful people(ahh)
the beautiful people, the beautiful people(ahh)
the beautiful people, the beautiful people(ahh)

hey you, what do you see?
something beautiful, something free?
hey you, are you trying to be mean?
you live with apes man, it's hard to be clean

hey you, what do you see?
something beautiful, something free?
hey you, are you trying to be mean?
you live with apes man, it's hard to be clean

the beautiful people, the beautiful people
the beautiful people, the beautiful people
the beautiful people, the beautiful people
the beautiful people, the beautiful people

Cumartesi, Şubat 05, 2011

Geçmiş Olsun Rıdvan

Fenerbahçe'nin efsane isimlerinden (ve tabii çocukluğumuzdaki Fenerbahçe'nin kahramanlarından) Rıdvan Dilmen geçirdiği rahatsızlık sonrası anjiyo olmuş.

Doktorlar sağlık durumunun iyi olduğunu belirtmişler. Geçmiş olsun diyelim.

Anket: Christopher Nolan'ın En İyi Filmi






Perşembe, Şubat 03, 2011

Çarşamba, Şubat 02, 2011

Sen En Güzel Kademelerin Sahibisin



Bir Lugano değil belki ama Bünyamin Gezer'den müthiş bir engelleme. Bir de pozisyonun akabinde merdivenlerden aşağıya inen beyaz polarlıya da ayrı dikkat tabii...

Başlıksız Yazı

 En son 2018'de Fenerbahçe'de bir şeylerin değişeceğine, eski düzenin yok olacağına inanarak bir yazı karalamışım. Ali Koç'tan n...