Çarşamba, Ocak 31, 2007

Ölümü öldürmek…


Baudrillard “Mezarlıklar ilk gettolardır ve daha sonra ortaya çıkacak bütün gettolar için bir modeldir.” der. Ona göre, çağımızda ölüm törenleri bir ‘dışlama’ harekatından, ölüyü yaşayanların arasından kovma ve ayırma eyleminden başka bir amaç taşımazlar. Mezarlıkların şehir merkezinden olabildiğince uzakta kurulmalarının tarihi 18. yüzyılın sonlarına rastlıyor. Fransız yazar Michel Vovelle’in yazdıklarına göre bütün sivil, bilimsel ve dinsel otoritelerin bir araya gelmesiyle karara bağlanıyor bu ‘dışlama’. Ölülerin kilise bahçelerine gömülmesini yasaklayan 1776 tarihli kraliyet fermanı, yalnızca kendiliğinden evrimin onaylanması gibi bir işlev taşıyor. Ölümün kilise bahçesinden kovulması ve bunun, kuramsal ifadesini Aydınlanma felsefesinde bulan modern düşüncenin serpildiği 18. yy sonlarında tezahür etmesi bir tesadüf değil. Ölülerin bir süre kilise bahçesinde tutulması ve sonra gömülmesi, pazar günü rutin ibadetini yapmak için mabedine giden adama, dünyada peşinde koştuğu şeylerin gelip geçiciliğini hatırlatma amacını taşıyordu. Mezarların yaşam alanlarından uzağa taşınmaları ve bir gettoya hapsedilmeleri ise ‘akıl ürünü’ olmayan her şeye meydan okuyan ve bundan böyle insanın başına “izin verilmeyen” hiçbir şeyin gelmeyeceğini vaat eden modernitenin ‘mümkünse ölüm hakkında konuşmayalım’ kararlılığını belgeliyordu. Duvarlar ne kadar kalın olursa o kadar iyi olacaktı. Cenaze alayı programları en düşük düzeye indirildi, halka açık görkemli cenaze törenleri çaptan düşürüldü. Bir zamanlar halk şenlikleri için en uygun zaman olan “suçluların idamı” mümkün olduğunca az sayıda insanın tanıklığı altında gerçekleştirilen ve tanıkta ‘suçluluk duygusu’ uyandıracak şekilde kurgulanan bir mizansene yapıştırıldı. Ölüm, modern öncesi zamanlarda olduğu gibi ‘evcil’ değildi artık. Kuşkusuz, her zaman korkutucuydu ölüm. Ama bu ‘korkutucu’ olan yazgı karşısında bir şey yapılamayacağı; onun yaşamın bir uzantısı olarak ‘akmasına’ izin vermenin en iyisi olduğu yolunda ‘efendi’ bir tutum sözkonusuydu.

Ölümün vahşiliği onun nasıl gerçekleştiğinden ziyade onu algılanış biçimi ile ilgili bir mevzuudur oysa. Ağzı iyi laf yapan pek çok adam bugün yas tutan bir arkadaşı ile ölüm hakkında birkaç söz edebilmekten acizdir. Sadece ölüm değil, ölünün yakınları da, modern toplumun hayatımızdan olduğu gibi ‘dil’imizden de sıyrılıp gitmiş olan ölümü algılama beceriksizliği yüzünden ‘geçici bir süre’ karantinaya alınırlar. Günümüzde ölümün yadsınması, ayıklanıp kovulması cesede müdahale etme noktasına gelmiştir. Kimi yerlerde kiliselere bağlı olarak görev yapan ceset makyözleri, ölüyü pudralar, yanaklarına allık sürer, darp ve yara izlerini onarır ve cenaze töreni için orada toplanmış insanlara mümkün olabilecek en taze, en canlı, en “yaşayan” ölüyü sunmaya çalışır. Bunun için saatlerini vermeleri ve yoğun bir emek sarf etmeleri gerekmektedir. Çünkü ölümün izlerini silmek, bugünkü mucizevi konumuna ‘ölüme ve yaşlılığa meydan okuma’ direngenliği ile gelmiş olan; insana ‘yaşımı gizleyebiliyorum, o halde ölmüyorum” varoluşsal(!) hazzını tattıran kozmetik/estetik mucizesinin imkanları ile bile kolay değildir.

Hiçbir engel tanımayan, hiçbir özre katlanamayan sonsuz bir hırs ve özgüven karışımını temsil eden modernite, mutlak ve nihai olan ölüm karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. Bu ‘geri adım’ın, bu seken kurşunun hasır altı edilmesi için başat koşul ‘ölüm’ ün hastalıklı ve tiksindirici olduğu ‘ima’sından geçiyordu. Tümüyle ‘hakimiyet dürtüsü’nden ibaret olan modern proje, “dünyanın insan aklının oyun alanı olacağını” vaat etmişti oysa. (Zygmunt Bauman/Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri) Önceden bilinemeyene yer yok, rastlantısallığa yer yok! Ama ‘ölüm’ var işte, hâlâ var, oluyor, ölünüyor. Ne yapalım? Kaçınılmazlığını reddetmeyelim; ama onu “baş edilebilir” parçalara bölelim. Her bir somut ölümün ‘kişisel’ bir nedenden kaynaklandığını söyleyelim. İnsanlar ‘ölümlü’ oldukları için değil, yüksek kolesterolden ya da böbrek yetmezliğinden ölsünler. Ölümü öldürelim yani!

Mümkünse ölümden bahsetmeyelim

‘Ölüm’ mezarlıklara inmezden çok daha önce ‘suç’a dönüştürülüyor artık. Ölüyorsan suçlusun: Ya kırmızı et yiyorsundur ya da şişe şişe su içmiyorsundur, ‘su hayattır’ oysa, bilmiyorsundur, evine bir yürüme bandı almamışsındır, yazık sana.

Hasbelkader şehir içinde kalmış ve varlığına bir şekilde alışılmış bir mezarlık, kapısına ayet değil de, “Ayşe at, Deniz tut” yazılacak olsaydı da aynı infial olacaktı. İşin içinde ‘ayet’ olması ölümü tıbbın, hukukun ve sosyolojinin malzemesi haline getirmiş, ölümü ‘sekülerleştirmeyi’ başarmış bir stratejiyi daha da huylandıracaktır, orası kesin. Ama bu ‘huylanma’nın birincil nedeni bu tiksindirici gettonun/mezarlığın kendisini hatırlatma terbiyesizliğidir. Fiilen aramızda ama hükmen dışlanmış bulunan mezarlık kalkmış, bütün personeli ile ‘hizmetimizde’ olduğunu duyurmuştur. Bu ne haddini bilmezliktir! Zincirlikuyu Mezarlığı’nın girişine yazılmış olan ‘Her can ölümü tadacaktır.’ cümlesine infial gösteren köşe yazarlarına ilk haklı ve doğru tepkiyi veren Haşmet Babaoğlu “Moralimi ölüm değil, ölümsüzmüşçesine hoyratça yaşayanların berbat ettikleri hayat bozuyor.” diyordu. Ölümü yabanileştirmenin insanın zihinsel serüveninde yarattığı tıkanma küçümsenebilir bir şey değil .”Ölüm gelene kadar ben buradayım, dolayısıyla endişelenmeme gerek yok. Ölüm geldiğinde ise ben artık yokum, bu kez de endişelenmeme gerek yok”. Eski Yunan’a, Epiküros’a kadar giden bu yaklaşımın taçlandırılması ve kabul görmesi insanı ölüm karşısında vakur kılmaya yetmemekte. Dahası Babaoğlu’nun bahsettiği ‘hoyratlaşma’, ölüm bilgisinin yitimine paralel giden bir muhayyile kaybından, bir tasavvur eksikliğinden tezahür ediyor. Proje insanın ölüm bilgisi ile tanışmasını ve barışmasını, sonlu hayatını tahakküm ilişkileri ile değil, ‘uyum ve birliktelik’ esası üzre bina etmesini ‘aklettirme–me’ projesi. İnsan bir gün ölecek olmasının rahatlığını da , sorumluluğunu da taşımayacak kadar parsellenmiş durumda. Ölüm akışına bırakılmadığında, yaşamı anlamlı kılacak dizge oluşmuyor. Hayat kalitesi giderek yükseliyor belki, ama “hayatı duyumsama” kalitesi düşüşte.


Nihal Bengisu Karaca

Cumartesi, Ocak 20, 2007

Kült filmler..

















1960s:

A Bout de Souffle (1960; dir by Jean-Luc Godard)
Psycho (1960; dir by Alfred Hitchcock)
Dr. No (1962; dir by Terence Young)
The Pink Panther (1963; dir by Blake Edwards)
Le Mépris (1963; dir by Jean-Luc Godard)
Giulietta degli Spiriti (1965; dir by Federico Fellini)
Repulsion (1965; dir by Roman Polanski)
Per un Qualche di Dollaro in Piu (1965; dir by Sergio Leone)
Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo (1966; dir by Sergio Leone)
Blow-Up (1966; dir by Michelangelo Antonioni)
Persona (1966; dir by Ingmar Bergman)
Le Samourai (1967; dir by Jean-Pierre Melville)
Belle de Jour (1967; dir by Luis Bunuel)
The Fearless Vampire Killers (1967; dir by Roman Polanski)
The Graduate (1967; dir by Mike Nichols)
Don't Make Waves (1967; dir by Alexander Mackendrick)
Point Blank (1967; dir by John Boorman)
In Cold Blood (1967; dir by Richard Brooks)
2001: A Space Odyssey (1968; dir by Stanley Kubrick)
If.... (1968; dir by Lindsay Anderson)
Rosemary's Baby (1968; dir by Roman Polanski)
Night of the Living Dead (1968; dir by George A. Romero)
C'Era Una Volta il West (1969; dir by Sergio Leone)
The Wild Bunch (1969; dir by Sam Peckinpah)
Easy Rider (1969; dir by Dennis Hopper)
Midnight Cowboy (1969; dir by John Schlesinger)
On Her Majesty's Secret Service (1969; dir by Peter R. Hunt)
Que la Bête Meure (1969; dir by Claude Chabrol)



























1970s:


Zabriskie Point (1970; dir by Michelangelo Antonioni)
La Rupture (1970; dir by Claude Chabrol)
A Clockwork Orange (1971; dir by Stanley Kubrick)
Two-Lane Blacktop (1971; dir by Monte Hellman)
Straw Dogs (1971; dir by Sam Peckinpah)
Deliverance (1972; dir by John Boorman)
Solyaris (1972; dir by Andrei Tarkovski)
Pat Garrett & Billy the Kid (1973; dir by Sam Peckinpah)
Turks Fruit (1973; dir by Paul Verhoeven)
La Grande Bouffe (1973; dir by Marco Ferreri)
Sleeper (1973; dir by Woody Allen
The Godfather, Part II (1974; dir by Francis Ford Coppola)
The Texas Chain Saw Massacre (1974; dir by Tobe Hooper)
Chinatown (1974; dir by Roman Polanski)
Profondo Rosso (1975; dir by Dario Argento)
Taxi Driver (1976; dir by Martin Scorsese)
The Tenant (1976; dir by Roman Polanski)
Murder by Death (1976; dir by Robert Moore)
Logan's Run (1976; dir by Michael Anderson)
Suspiria (1977; dir by Dario Argento)
Star Wars Episode IV: A New Hope (1977; dir by George Lucas)
The Spy Who Loved Me (1977; dir by Lewis Gilbert)
Demon Seed (1977; dir by Donald Cammell)
The Man Who Fell to Earth (1977; dir by Nicolas Roeg)
Apocalypse Now (1978; dir by Francis Ford Coppola)
Dawn of the Dead (1978; dir by George A: Romero)
Life of Brian (1979; dir by Terry Jones)
I... Comme Icare (1979; dir by Henri Verneuil)
Stalker (1979; dir by Andrei Tarkovski)




















1980s:

Star Wars Episode V: The Empire Strikes Back (1980; dir by Irvin Kershner)
The Ninth Configuration (1980; dir by William Peter Blatty)
The Shining (1980; dir by Stanley Kubrick)
Wolfen (1981; dir by Michael Wadleigh)
Mad Max 2: The Road Warrior (1981; dir by George Miller)
Excalibur (1981; dir by John Boorman)
Blade Runner (1982; dir by Ridley Scott)
Les Fantomes du Chapelier (1982; dir by Claude Chabrol)
Koyaanisqatsi (1983; dir by Godfrey Regis)
The Hunger (1983; dir by Tony Scott)
Octopussy (1983; dir by John Glen)
The Terminator (1984; dir by James Cameron)
The Company of Wolves (1984; dir by Neil Jordan)
Brazil (1985; dir by Terry Gilliam)
Henry - Portrait of a Serial Killer (1986; dir by John McNaughton)
In a Glass Cage (1986; dir by Agustin Villaronga)
Raising Arizona (1987; dir by Joel Coen)
Le Cri d'Hibou (1987; dir by Claude Chabrol)
Die Hard (1988; dir by John McTiernan)
Santa Sangre (1989; dir by Alejandro Jodorowsky)
The Killer (1989; dir by John Woo)













1990s:
Jacob's Ladder (1990; dir by Adrian Lyne)
Bullet in the Head (1990; dir by John Woo)
Barton Fink (1991; dir by Joen Coen)
Delicatessen (1991; dir by Jeunet et Caro)
Reservoir Dogs (1992; dir by Quentin Tarantino)
True Romance (1993; dir by Tony Scott)
Nightmare Before Christmas (1993; dir by Henry Selick)
Nattevagten (1994; dir by Ole Bornedal)
The Hudsucker Proxy (1994; dir by Joel Coen)
Pulp Fiction (1994; dir by Quentin Tarantino)
Natural Born Killers (1994; dir by Oliver Stone)
Riget (1994/97; dir by Lars von Trier)
Twelve Monkeys (1995; dir by Terry Gilliam)
Tokyo-Ken (1995; dir by Shinya Tsukamoto)
Crying Freeman (1995; dir by Christophe Gans)
Tesis (1996; dir by Alejandro Amenabar)
Dead Man (1996; dir by Jim Jarmusch)
Jackie Brown (1997)
The Sixth Sense (1999; dir by M. Night Shyamalan)
Being John Malkovich (1999; dir by Spike Jonze)


















2000s:

Le Fabuleux Déstin d'Amélie Poulain (2001; dir by Jean-Pierre Jeunet)
Adaptation. (2002; dir by Spike Jonze)

96 MOVIES SO FAR!
---------------------------

Cult Films from http://www.cultmovies.info/

Bir medya maymunu olarak M.Ali Erbil...


Böyle bir filmle karşılaşan sıradan bir seyirci olsanız ne yaparsınız? Filmi yapanlara ana avrat küfreder ve münasip bir yerinde çıkar gidersiniz. Peki, bir basın gösteriminde, aranızda kimi oyuncularla izleyip en azından onları üzmemek için sonuna dek oturmak zorunda kalan bir eleştirmenseniz, ne yaparsınız? Bir yandan, mevsim sonuna dek böyle kaç filmi izleyeceğinizi titreyerek düşünür, öfkenizi sütununuza kusarsınız. Elbette küfür hakkı baki kalmak üzere!... Öyle bir film düşünün ki, bir saat 55 dakikalık süresi içinde bırakınız kahkaha atmayı, bir kez bile gülümseme fırsatınız olmuyor. Öyle bir film düşünün ki, zeka denen şeyin yanından bile geçmiyor, mizah denen alanı utandırıyor, sanki insanı sinemadan soğutmak için yapılmışa benziyor. Ben hayatımda komedi adı altında beyazperdeye gelen, hem de böylesine alayü- valayla gelen, ama böylesine berbat bir film görmedim. İnşallah bir daha da görmem. Türk sineması patladı, çağ atladı deniyor. Buna karşı çıkan kötümserler korosu ise, bu filmlerin çoğu iyi değil, hatta basbayağı kötü, yakında bu süreç tersine döner, kimse yerli film görmeye gitmez türünden şeyler yazıyorlar. Ben kendi adıma asla kötümser olmadığım için, elbette yapılan her film başyapıt olmayacaktır, kimi filmler sadece ticaret amacı güder, onları da hoş görmeliyiz filan diye yazıyor veya (kamera önünde) konuşuyorum. Ama bu film, gerçekten de bu kötü gidişin habercisi gibi gözüküyor. Popüler bir TV dizisine sığınıp çekilen bu sululuklar geçidi, bir eleştirmen arkadaşımın kamera önünde söylediği gibi, aslında seyirciye hakaretten başka anlam taşımıyor. Bu tür bir filmin iki temel zararı var. Önce, bu para ve bu reklamla yapılabilecek olan kimbilir kaç filmin yolunu tıkıyor. İkincisi, uzun vadede seyircinin ayağını Türk filmlerinden kesme tehlikesini taşıyor. Özellikle de Mehmet Ali Erbil'li bölümler, sanki insanın sinirleriyle oynamak için yapılmış gibi. O bölümlerde Erbil, abartılı bir Azeri şivesiyle anlamsız şeyler söyleyip duruyor. Üstelik başarılı yönetmenimiz, sürekli garip mercekler kullanarak Erbil'in yüzünü deforme etmeyi marifet sayıyor. Ne buluş!... Acaba hangi sinema okulunda okudu bunu? Ben kendi adıma bu sahnelerden öylesine azap duydum ki... Bir daha Mehmet Ali Erbil filmlerine kolay kolay gitmem, açıkça söyleyeyim. Şimdiye dek hiç "Sakın bu filme gitmeyin," diye yazmadım. Ama bu kez yazıyor ve aklı başında okurlarımı bu felaketten olabildiğince uzak durmaya çağırıyorum

Atilla Dorsay

Pazartesi, Ocak 15, 2007

Kılavuzu karga olanın…



Ademoğlu yaşadıkça tecrübe kazanmış ve bu deneyimleri cümle içerisinde kullanma kabiliyetine sahip kişilerce gelecek nesillere aktarmıştır. Kimi yaşam,kimi ölüm,kimisi ise canlılarla ilgili birçok hoş ve ders verici sözler…


Peki her atasözü doğrudur,hemen kabullenmeliyiz diye bir yargı olmalı mı? Bence hayır. Misal “Kılavuzu karga olanın burnu boktan çıkmaz “ derler. Şimdi bu söz nasıl ortaya çıkmış bilmiyorum ama bildiğim bi’ şey varsa, o da çok doğru olmadığı. Açıklayayım niye böyle düşündüğümü. Malumunuz yeryüzünün ilk cinayet davasının aktörleri Habil ve Kabil kardeşlerdir. Bir dişi için birbirine giren bu iki insanın kavgaları, Habil’in kardeşi Kabil’i öldürmesiyle son bulur. Ama sonuçlanmamış bir durum vardır. Habil kardeşinin ölü bedenini ne yapacağını bilemez. Düşünür, düşünür, aklına bir şey gelmez. Sonra bir bakar, karganın biri, ölü bir başka kargayı toprağa gömüyor. Ahanda ben de böyle yapayım der ve ceseti layık olduğu yere gönderir. Şimdi sorarım, bu olayda karganın kılavuzluğu olmasaydı Habil ne yapardı ya da kargayı örnek aldı da kötü mü oldu ? Geçeyim ikinci örneğime, bir dergide okumuştum. Trafiğin kalabalık olduğu güzergahlarda, özellikle trafik ışıklarının bulunduğu bölümlere mevzilenirmiş bu kargalar. Ağızlarındaki cevizleri trafik seri bir şekilde akarken yola bırakırlarmış, daha sonra kırmızı ışığın yanmasından istifade edip, yerde biraz önce üzerlerinden geçen arabalar sayesinde kabukları kırılmış olan cevizleri bir güzel midelerine indirirlermiş. Bu derece zeki bir hayvanı, biz nasıl olur da senin kılavuzluğun boktan kardeşim diye yargısız infaz ederiz. Bilmeyenler için söyleyelim, alet kullanma becerisi maymunlardan daha gelişmiş olan karga hayvanı (Veteriner hekim Niyazi Gül konuşuyor, dikkatle dinleyelim) ayrıca sosyal yapı bakımından insan topluluğuna da çok benzer. Hatta derler ki, kuş türleri arasında en akıllı olanıdır.
Özetle, sadece kötü bir gırtlağa sahip diye bir hayvan bu denli eleştirilmeyi hak etmiyor. Bundan sonra yolda yürürken kafamıza pisleyen ya da sabahın köründe ötüşüyle bizleri o tatlı uykumuzdan uyandıran bu hayvana hemen öyle küfüre basmayalım. Aralarında 150 yıl yaşayanları var. Belki sizin küfür ettiğiniz karga, Cumhuriyetin kuruluşunu hatta Kurtuluş Savaşını görmüştür. Ayrıca Jean de la Fontaine’in tilki ve karga hikayesine de sadece gülüp geçelim. Ancak fabl’larda olur böyle şeyler diye …

Not: 1994 tarihli Alex Proyas yapımı “The Crow” (karga) filmi de güzeldir, tavsiye edilir…




Başlıksız Yazı

 En son 2018'de Fenerbahçe'de bir şeylerin değişeceğine, eski düzenin yok olacağına inanarak bir yazı karalamışım. Ali Koç'tan n...