Baudrillard “Mezarlıklar ilk gettolardır ve daha sonra ortaya çıkacak bütün gettolar için bir modeldir.” der. Ona göre, çağımızda ölüm törenleri bir ‘dışlama’ harekatından, ölüyü yaşayanların arasından kovma ve ayırma eyleminden başka bir amaç taşımazlar. Mezarlıkların şehir merkezinden olabildiğince uzakta kurulmalarının tarihi 18. yüzyılın sonlarına rastlıyor. Fransız yazar Michel Vovelle’in yazdıklarına göre bütün sivil, bilimsel ve dinsel otoritelerin bir araya gelmesiyle karara bağlanıyor bu ‘dışlama’. Ölülerin kilise bahçelerine gömülmesini yasaklayan 1776 tarihli kraliyet fermanı, yalnızca kendiliğinden evrimin onaylanması gibi bir işlev taşıyor. Ölümün kilise bahçesinden kovulması ve bunun, kuramsal ifadesini Aydınlanma felsefesinde bulan modern düşüncenin serpildiği 18. yy sonlarında tezahür etmesi bir tesadüf değil. Ölülerin bir süre kilise bahçesinde tutulması ve sonra gömülmesi, pazar günü rutin ibadetini yapmak için mabedine giden adama, dünyada peşinde koştuğu şeylerin gelip geçiciliğini hatırlatma amacını taşıyordu. Mezarların yaşam alanlarından uzağa taşınmaları ve bir gettoya hapsedilmeleri ise ‘akıl ürünü’ olmayan her şeye meydan okuyan ve bundan böyle insanın başına “izin verilmeyen” hiçbir şeyin gelmeyeceğini vaat eden modernitenin ‘mümkünse ölüm hakkında konuşmayalım’ kararlılığını belgeliyordu. Duvarlar ne kadar kalın olursa o kadar iyi olacaktı. Cenaze alayı programları en düşük düzeye indirildi, halka açık görkemli cenaze törenleri çaptan düşürüldü. Bir zamanlar halk şenlikleri için en uygun zaman olan “suçluların idamı” mümkün olduğunca az sayıda insanın tanıklığı altında gerçekleştirilen ve tanıkta ‘suçluluk duygusu’ uyandıracak şekilde kurgulanan bir mizansene yapıştırıldı. Ölüm, modern öncesi zamanlarda olduğu gibi ‘evcil’ değildi artık. Kuşkusuz, her zaman korkutucuydu ölüm. Ama bu ‘korkutucu’ olan yazgı karşısında bir şey yapılamayacağı; onun yaşamın bir uzantısı olarak ‘akmasına’ izin vermenin en iyisi olduğu yolunda ‘efendi’ bir tutum sözkonusuydu.
Ölümün vahşiliği onun nasıl gerçekleştiğinden ziyade onu algılanış biçimi ile ilgili bir mevzuudur oysa. Ağzı iyi laf yapan pek çok adam bugün yas tutan bir arkadaşı ile ölüm hakkında birkaç söz edebilmekten acizdir. Sadece ölüm değil, ölünün yakınları da, modern toplumun hayatımızdan olduğu gibi ‘dil’imizden de sıyrılıp gitmiş olan ölümü algılama beceriksizliği yüzünden ‘geçici bir süre’ karantinaya alınırlar. Günümüzde ölümün yadsınması, ayıklanıp kovulması cesede müdahale etme noktasına gelmiştir. Kimi yerlerde kiliselere bağlı olarak görev yapan ceset makyözleri, ölüyü pudralar, yanaklarına allık sürer, darp ve yara izlerini onarır ve cenaze töreni için orada toplanmış insanlara mümkün olabilecek en taze, en canlı, en “yaşayan” ölüyü sunmaya çalışır. Bunun için saatlerini vermeleri ve yoğun bir emek sarf etmeleri gerekmektedir. Çünkü ölümün izlerini silmek, bugünkü mucizevi konumuna ‘ölüme ve yaşlılığa meydan okuma’ direngenliği ile gelmiş olan; insana ‘yaşımı gizleyebiliyorum, o halde ölmüyorum” varoluşsal(!) hazzını tattıran kozmetik/estetik mucizesinin imkanları ile bile kolay değildir.
Hiçbir engel tanımayan, hiçbir özre katlanamayan sonsuz bir hırs ve özgüven karışımını temsil eden modernite, mutlak ve nihai olan ölüm karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. Bu ‘geri adım’ın, bu seken kurşunun hasır altı edilmesi için başat koşul ‘ölüm’ ün hastalıklı ve tiksindirici olduğu ‘ima’sından geçiyordu. Tümüyle ‘hakimiyet dürtüsü’nden ibaret olan modern proje, “dünyanın insan aklının oyun alanı olacağını” vaat etmişti oysa. (Zygmunt Bauman/Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri) Önceden bilinemeyene yer yok, rastlantısallığa yer yok! Ama ‘ölüm’ var işte, hâlâ var, oluyor, ölünüyor. Ne yapalım? Kaçınılmazlığını reddetmeyelim; ama onu “baş edilebilir” parçalara bölelim. Her bir somut ölümün ‘kişisel’ bir nedenden kaynaklandığını söyleyelim. İnsanlar ‘ölümlü’ oldukları için değil, yüksek kolesterolden ya da böbrek yetmezliğinden ölsünler. Ölümü öldürelim yani!
Mümkünse ölümden bahsetmeyelim
‘Ölüm’ mezarlıklara inmezden çok daha önce ‘suç’a dönüştürülüyor artık. Ölüyorsan suçlusun: Ya kırmızı et yiyorsundur ya da şişe şişe su içmiyorsundur, ‘su hayattır’ oysa, bilmiyorsundur, evine bir yürüme bandı almamışsındır, yazık sana.
Hasbelkader şehir içinde kalmış ve varlığına bir şekilde alışılmış bir mezarlık, kapısına ayet değil de, “Ayşe at, Deniz tut” yazılacak olsaydı da aynı infial olacaktı. İşin içinde ‘ayet’ olması ölümü tıbbın, hukukun ve sosyolojinin malzemesi haline getirmiş, ölümü ‘sekülerleştirmeyi’ başarmış bir stratejiyi daha da huylandıracaktır, orası kesin. Ama bu ‘huylanma’nın birincil nedeni bu tiksindirici gettonun/mezarlığın kendisini hatırlatma terbiyesizliğidir. Fiilen aramızda ama hükmen dışlanmış bulunan mezarlık kalkmış, bütün personeli ile ‘hizmetimizde’ olduğunu duyurmuştur. Bu ne haddini bilmezliktir! Zincirlikuyu Mezarlığı’nın girişine yazılmış olan ‘Her can ölümü tadacaktır.’ cümlesine infial gösteren köşe yazarlarına ilk haklı ve doğru tepkiyi veren Haşmet Babaoğlu “Moralimi ölüm değil, ölümsüzmüşçesine hoyratça yaşayanların berbat ettikleri hayat bozuyor.” diyordu. Ölümü yabanileştirmenin insanın zihinsel serüveninde yarattığı tıkanma küçümsenebilir bir şey değil .”Ölüm gelene kadar ben buradayım, dolayısıyla endişelenmeme gerek yok. Ölüm geldiğinde ise ben artık yokum, bu kez de endişelenmeme gerek yok”. Eski Yunan’a, Epiküros’a kadar giden bu yaklaşımın taçlandırılması ve kabul görmesi insanı ölüm karşısında vakur kılmaya yetmemekte. Dahası Babaoğlu’nun bahsettiği ‘hoyratlaşma’, ölüm bilgisinin yitimine paralel giden bir muhayyile kaybından, bir tasavvur eksikliğinden tezahür ediyor. Proje insanın ölüm bilgisi ile tanışmasını ve barışmasını, sonlu hayatını tahakküm ilişkileri ile değil, ‘uyum ve birliktelik’ esası üzre bina etmesini ‘aklettirme–me’ projesi. İnsan bir gün ölecek olmasının rahatlığını da , sorumluluğunu da taşımayacak kadar parsellenmiş durumda. Ölüm akışına bırakılmadığında, yaşamı anlamlı kılacak dizge oluşmuyor. Hayat kalitesi giderek yükseliyor belki, ama “hayatı duyumsama” kalitesi düşüşte.
Nihal Bengisu Karaca