Çarşamba, Kasım 29, 2006

Birkaç yönetmen üzerine


Yeni başlayanlar için sinema olmalıydı belki başlığın adı ama fazla iddialı bir cümle olurdu. Çünkü birazdan bahsedeceğim isimleri belki fazla iyimser bir dille pohpohladığımı düşünenler çıkabilir. “Kare as” şeklinde tanımlamak gerek bu dört ismi. Çok daha iyi hatta usta isimler var elbette Kubrick, Hitchcook, Kurosawa gibi ama onları da bu isimler üzerine uzmanlaşmış başka biri anlatsa daha iyi olur herhalde. Yine de, şöyle kalburüstü birkaç ismin filmlerini izlemek istiyorum diyenlerin özellikle yazının devamını okuması şiddetle önerilir…

David Fincher:

Şüphesiz Fincher denince akla gelen ilk film “Fight Club”dır. Finch, bu filmle sisteme getirdiği yoğun eleştiri ile gönüllerde ayrı bir taht kurmuştur. “Sahip olduğumuz şeylerin, bir gün gelip bize sahip olacağı” konusunda ağır laflar eden Tyler Durden ağabeyimizin ağzından bizlere gerekli mesajı da vermeyi ihmal etmemiştir. David Fincher “Return of the Jedi”, “Indiana Jones and the Temple of the Doom” filmlerinde set tozu yutmuş ve daha sonra video klip işine girmiştir. ( Parantez içi söylemek gerekirse, 1999 tarihli “Madonna: The Video Collection” Dvd’si de güzeldir, tavsiye edilir) “Alien-3” de batırmış olsa da, “Se7en” , “The Game” ve “Fight Club” ile dağılan karizmasını geri kazanmıştır. Zannımca Amerikan sinemasında “video-klip” estetiğinin en başarılı uygulayıcılarından birisi olduğu için ayrı tebrik edilmesi gerekir.

Oliver Stone:

Stone ismini duyunca insan ister istemez küfrediyor “Midnight Express” filminden dolayı ama Martin Scorsese’nin öğrencisi olduğu için fazla üstüne gitmemek gerek. Demek ki bu adam o potansiyele sahip. Tarzının sert olduğu aşikâr. 1986 tarihli ciddi anlamda ilk filmi olan “Salvador” ile politik çevrelere iyi giydirmiştir. En iyi yönetmen Oscarını almasını sağlayan “Platoon” zat-ı muhteremin es geçilmemesi gereken filmlerinden. Hicvin sınırlarını zorladığı “Natural Born Killers” ile sanırım en uç noktaya çıkmıştır. Bu filmdeki üslubuyla muhafazakar çevreleri kendine düşman edinen Stone, aslına bakarsanız bunu ister gibidir. Geride bıraktığı ömrü boyunca yaptığı işler belki de hiç hak etmediği kadar ses getirdi diyenler de var. Evet, kesinlikle öyledir demek zor ama bir gerçek var ki, Stone “olay adam” olmaktan hayli memnun gibi.

Quentin Tarantino :

Kimine göre Tarantino sinemaya hiçbir şey veremeyen ucuz bir yönetmen, kimine göre ise O bir dahi ve Amerikan sinemasının –bence de- Jr. Martin Scorsese’si (çaktırmadan kendi görüşümü de belli etmiş oldum). Çıkış filmi “Resorvoir Dogs” 1992 yılı Sundance Film Festivali'nin açılış filmiydi. Festivallerde izlediği açılış filmleri genellikle trişkadan olan ben, oradaki insanların yerinde olmak isterdim doğrusu. Muazzam bir olay olurdu herhalde benim için. Yıllar sonra bile repliklerini ezberimde tuttuğum en sıra dışı filmlerden. Kült film kategorisine konacak türden fakat Tarantino’ya sinema âlemi tek bir kült film hakkı tanıyacak olsa adayımız elbette “Pulp Fiction” olmalı. John Travolta’yı yeniden hayata döndüren bu film, bize Tarantino’nun sanatsal açıdan harikulade bir yapıt sunmasını sağlamıştır. Bu filmle birlikte yönetmenin mekân, karakter ve müzik üçlüsü tercihini müthiş yapmış olduğu gerçeğini iyice fark ettik, “Kill Bill vol.1” ile bunu iyice kanıksadık. Ayrıca Üstadın kalite yönetmenlere has bir durum olan kadrolu oyuncu mantığını benimsediğini rahatlıkla söyleyebiliriz(Uma Thurman , Harvey Keitel, Michael Madsen, Tim Roth gibi)

David Lynch:

David Lynch’i sevmek zordur. Bu tıpkı okulun en popüler kızını hatasıyla sevabıyla kabullenmek gibi bir şey. Bilirsiniz bu popüler hatun, içinde bulunduğu ortamdakilerden farklıdır ama aynı zamanda da kendini beğenmiş tavırlarıyla sizin asabınızı bozar. Lynch’i “linç” etme hissiyatında olanları bu yüzden iyi anlıyorum fakat bu adam sinema tarihinin en kral 10 yönetmeni listesi yapılsa, kesinlikle listeye alınmalıdır. Simgeleri ve imalı lafları/göndermeleri gayet yerinde kullanışı ile kendine has bir tarz yaratmıştır. “Eraserhead” ile her midenin kaldıramayacağı bir iş çıkartmış ama bu filmi kendince iyi yorumlayabilenlerin zihninde hoş bir iz bırakmıştır. “Blue Velvet” , “The Elephant Man” , “Wild at Heart” yapımlarının her birisinin ayrı bir fan kitlesinin olması, bu adamın filmlerini herkesin farklı yorumladığının göstergesi bence. “Twin Peaks” (Tv dizisi) ile üzerine düşülürse çok sağlam bir dizi yapılacağını kanıtlamıştır David ağabeyimiz. 1997 tarihli “Lost Highway “ filmiyle “benim olayım budur” deyip, bizi coşturmuş, 2001 tarihli filmi Mulholland Drive” 2-3 kez izleyenlerin bile kolay kolay anlayamadığı / çözümleyemediği bir adam olmuştur. Lynch’in anlaşılmaz olması onun bir dahi olduğunu göstermez elbette ama tarzı ve zekâ pırıltılarını sergilediği yapıtlarıyla sağlam yönetmenler listesinde yer alması gereken bir isimdir. Son olarak David Lynch’in simgeler ve manalar üzerine ettiği lafları hatırlatıp, yazıyı sonlandırmalı.

"Her şeyin ne anlama geldiğini ya da nasıl yorumlanacağını bilmemek daha iyidir, çünkü aksi takdirde olayları kendi akışına bırakmaya korkarsınız. Psikoloji, gizemi ve büyü niteliğini yok eder. Anlamlardan konuşmak beni çok rahatsız ediyor. Çünkü anlam çok kişisel bir şeydir ve herkese göre değişir..."

"Gizemi ve bilinmeyeni severim; neler olup bittiğini bilemediğim için karanlık ortamları da… Dış görünüşün altında bir şeyler saklı olduğu fikrinden hoşlanıyorum ve sanırım insanlar bilmedikleri bir şeyi veya daha önce hiç bulunmadıkları bir yeri seyretmeyi seviyorlar."


Pazar, Kasım 05, 2006

Nihat Genç'ten Sarıkız'a: Vermezsen Verme...



Bir röportajımda kadın yazarlar soruldu, Nuray Mert, Perihan Mağden, Vivet Kanetti, Kırıkkanat, hatta Meral Tamer, bu son ismi yazmamışlar, önemlidir, dedim. Röportajı yapan, peki Ayşe Arman, Pakize Suda diye araya girdi, “tenezzül etmedi­ğim isimler üzerinde laf söylemek zorunda bırakmayın beni” dedim...

Milliyet Eki’nde “Sarıkız’ın Anılan” başlığında bir köşe var. Adını saklıyormuş, ne boksa. Nükhet Duru’nun, Müjde Ar’ın donlarını anlatır, durur, hayatım boyu hiç dikkatimi çek­meyen bir köşe.

Vay sen misin Ayşe Arman’a, Pakize Suda’ya dil uzatan diye tam sayfa döşen­miş bana. Ne deseydim, kraliçemiz mi olurlar, deseydim.

Bu yazarlar Türk halkının midesini bulandırıyor, biri pedlerini anlatır, diğeri üçün­cü sınıf pavyonlardan Hürriyet’e büyük yazar oldurulmuş, ne diyeyim..

Sarıkız köşesinde, kadın çıldırmış, inanılmaz cümleler. “Siz taşralılar, bizim gibi sarışınlara bayılırsınız, tüm derdiniz bizim gibi sarışınlarla yatmaktır. Sizi aramıza al­mayacağız. Sivri diliniz ve o taşralı komplekslerinizle aramıza giremeyeceksiniz!”... Şu cümleler de onun: “gençliğinizde bir türlü ilgilerini çekemediğiniz o sarışın kızları hatırlatıyoruz size. Zengin şehirli oğlanların tavladığı ama size bir türlü verme­yen kızları hatırlatıyoruz, o yüzden ulaşamıyor, kin kusuyorsunuz!”... Yazınım ana fikri şu: “Oh olsun size vermeyeceğiz!”... Şu cümle de onun: “(siz taşralılar) yazdınız yazdınız, şu ünlüler dünyasına kena­rından köşesinden geldiniz, peki şu Ayşe Arman niçin hala sizin kollarınızda değil. Eminim hep bunu arzuluyorsunuz!”...

Ve devam ediyor. Bu hanımın gençliğinde bizim gibi kara kuru bir taşralı sevgi­lisi olmuş. Ama bunu kandırmış. Şimdi akıllanmış. Bir daha Anadolulu mu, artık vermeyecekmiş, dinleyin: “...Yıllarca onlar da insan, onlarla da ilişki kurmak, dışla­mamak lazım gibi hümanist fikirler sahibi oldum, ama yanılmışım...”.

Neden yanılmış? Çünkü taşralıların bütün dertleri bu boyalı sarışın hanımların kollarına atılmakmış. Bu yüzden benim gibi insanlardan iğreniyormuş. “Oh olsun, bizi aralarına asla almayacaklarmış..”; Şu cümle de onun: “(Siz taşralılar) boşuna uğraşmayın, sizi aramıza almayacağız!”, Neye uğradığımı şaşırdım. Siz kimsiniz, orası ne, bizi niye aranıza alıp almamak gibi derdiniz var, orada, araya alınma diye bir şey mi var...

Böyle bir yazı olur mu, oluyor işte, geçen haftanın Milliyet Eki’nde.. Bu yazıları sizin vergilerinizle yazıyorlar.

Bir de küçücük beyniyle cinlik yapıyor, yazısında lafları gargaraya getiriyor, bakın: “şu bir yazar var ya, Zeki Müren’i, Selda’yı, Ayşe Arman’a kadar herkese hakaret eden!”.. Yalan. Aynı röportajda, bir yığın kadın yazarı övdüm, ayrıca Zeki Müren’i ve Selda’yı da fazlasıyla övdüm. Ayşe Arman’a da bir statü vermek istiyor ya.

Neyse, bize iş düştü. Hayatım boyu travesti gibi kırıtan, travesti ses tonuyla ko­nuşan, travesti gibi giyinen, döt sümüğü bir yığın kadın gördüm. Hiçte küçüm­semem, hayatı böyle seçmişler, ne yapayım...

Ancak, burada, sosyoloji dersi olacak cümleler var. Mesela, taşralıları neden kü­çümser, taşralılık eğlenilecek bir şey midir? Şimdi size birkaç taşralıdan söz edeyim: Mesela: Kanuni Sultan Süleyman, Mevlana, Yunus Emre, Pir Sultan, İbni Sina, Karacaoğlan... Bunların hepsi taşralı. Bu yüzden mi acaba, bu isimleri aranıza almıyor, yazılarınızda hiç bahsetmiyorsunuz. Mesela, Şekspir, Jack London, Hazreti İsa, da­ha bir yığın taşralı. Bunlar da taşralı olduğu için mi bu isimlerden hiç bahsetmiyor, yazılarınızda, Nükhet Duru ve Müjde Ar’ın donlarından başka bahis bulamıyorsunuz. Ayıptır söylemesi, hani, Aydın Doğan patronunuz da taşralı, Koç, Sabancı, hepsi taşralı.

Taşralılığın bir aşağılanma vasıtası olarak kullanılması, bu kafadan sakat boyalı böceklerin acıklı ruh halini anlatıyor. Şimdi kendisi sosyete mi oluyor. Saçları boyanınca, sarışın olununca, bir de arabesk sanatçılar Alişanlar’ın haberlerini gazete ilavelerinde yapınca, Ferdi Tayfurlar’a sinema senaryoları yazınca, “sosyete mi?” olunuyor.

Boğaz’da bir lokantada bir balık rakıya fit olan birçok kadın kendini sosyeteyim diye satıyor olabilir. Zavallılığı anlatmada Türkçe’de kelime yok.

Bırakın medyayı biz rezil etmeye çalışalım. Bu utanılacak yazılarınızla küstah, şı­marık, düzeysiz suratlarınız acıklı bir şekilde ortaya çıkıyor. Ama o gazetenizde Me­lih Aşıklar, Meral Tamerler, Hasan Pulur’lar gibi bu tür cehaletleri midesi kaldırma­yan, utanarak okuyan yazarlar var. Rezilliklerinizle onları üzmeyin!

Sanırım siz bu. sosyete fiyakanızla, bu yazarları da o gazeteden kovarsınız, hat­ta, patronunuzu da o gazeteden kovarsınız. Kimseyi beğenmeyen bir üslubunuz, maşallah, burnunuzu havaya kaldırmışsınız ama, biraz da beyninizle ilgilenmeliy­diniz...

Bakın hanımefendi, “aranıza almayacakmışsınız” gibi çalımlı laflar etmeyin, bu­rada ismini yazmaya terbiyem yetmez, o gazetede size verilen paranın yüzlerce ka­tı para teklif ettiler, telefon edin, kimlerin kaç lira verdiğini söyleyeyim..

Nükhet Duru’nun donlarını yazarak bir yere varamadığınız için medya ahlaksız­lık içinde can çekişiyor. Bakın, nasıl seçkin olunacağını öğreteyim size. Bu ülkenin, sanatına, sinemasına, romanına, siyasetine, yönetimine, hukukuna, bilimine bir “değer” katacaksınız. Bir fikir söyleyeceksiniz, işte o zaman “seçkin” insanlar sını­fına girersiniz. Müjde Ar sevgilisiyle yan odada sevişirken, siz öbür odadan duydu­ğunuz sesleri köşenizde yazarak, “seçkin” olamazsınız.

Müjde Ar’ın sevgililerini yazarak size “sosyetelik” bağışlayan patronunuz Aydın Doğanlarla işte sizin gibi insanları yazar yaptığı için hala mahkemelerde savaşıyo­rum.

Ben orada her şeye rağmen onurunu, kimliğini koruyan, kişilikli ve düzeyli bir ede­bi dil tutturmaya çalışan birçok kadın yazarı övdüm, övmediğim sadece Ayşe Arman, Pakize Suda. Bu yüzden, bana karşı hayatınızın en öfkeli, en kendini kay­betmiş yazısını yazdınız!.

Çünkü sizler, akıllı, zeki, ince fikirli, zarif hikayeler, makaleler yazmasını bilen kadınlardan hoşlanmıyor, kıskançlıktan çatlıyorsunuz. Kendine düzgün bir okuyucu kitlesi yapmış birçok başarılı kadınları çekemiyor, kuduruyorsunuz.

Ne yapayım, Müjde Ar’ın donlarını yazan, pedlerini yazan kadınlara kraliçe mi di­yeyim. Belki şu arabesk sanatçısı Alişanlar, senaryolarını yazdığınız arabesk sanat­çıları, onlar, böyle çalımlı, boyalı, boş laflarınıza inanıyordur. Ama işte düzeyiniz bu, ulaştığınız sosyetenin boyutu: Alişanlar, Özcan Denizler...

Kafayı yemiş kadın, Ayşe Arman, biz taşralılara vermiyormuş diye çok kızıp eleştiriyormuşuz. iyi de ben Ertuğrul Özkök’ü de çok eleştiriyorum. O da mı acaba vermediği için, eleştiriyorum. Yani, bu kadınlar aralarında oturup, şuna verelim, bu­na vermeyelim, diye mi tartışırlar. Sonunda da, “hani şu var ya bize yine laf atmış, çünkü, ona vermedik, o yüzden” diye bir sonuca mı ulaşıyorlar.

Neden şöyle bir sonuca ulaşmıyorlar! Bizler yazar olamayacak kadar basit in­sanlarız, insanlar bizleri okuyunca mideleri kalkıyor, çünkü zırvalıyoruz, bu yüzden halk bizi sevmiyor!..

Ama siz böyle yorumlanıyorsunuz. Yetmiş milyon taşralının sabah akşam sizi arzuladığını hülyalar içinde anlatıyorsunuz, iyi de, niye arzulayalım, orası gazete, arzular, şehvetlerle, gazete köşelerinin ne işi var.

işte böyle. Eskiden yazarlar birbirleriyle tartışır, fikir savaştan yaparmış.. Bakın şu işe, bu ünlü fikir tartışmaları, nereye kadar düştü, verdi, vermedi, sulandı, ver­meyecek, sana vermem, ona veririm, meselesine kadar...

Ama pek fetbaz bir kadınmış, bak, verdin, vermedin, benim de içime bir kurt düşürdü.. Baksanıza pazarlığa başladık bile...

İçerde solcu arkadaşları ziyaretimde geyik çevirirdik, "baba, bu medya ale­minden bize ekmek düşer mi?" diye takılırlardı..

Af haberini duydum.. Bakın şu Allah'ın işine, pazarlığa başladık bile... Çık­tığında çocuklar, "bakın, ben pazarlığı buraya kadar getirdim, biraz da siz gay­ret edin, hadi hayırlısı" derim...

Üstelik Sarıkız hanımefendi, yıllarca bomboş yazılar yazdınız. Kürt gerçeği­ni de bu vesileyle görmüş olursunuz. Vermezseniz, açıkça vermem deyin, ben böyle şeylerden alınmam.

Vermezseniz ne yapayım canım, Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi'ne gidip, bizim sarışın yazarlar Kürtlere vermiyor diye dava açamam ya... Hadi fazla yormayın beni, işimiz-gücümüz var...

Nihat Genç'in bu yazısı 12.09.2004 tarahinde yazılmıştır.
www.karakutu.com'dan alınmıştır.

Başlıksız Yazı

 En son 2018'de Fenerbahçe'de bir şeylerin değişeceğine, eski düzenin yok olacağına inanarak bir yazı karalamışım. Ali Koç'tan n...