Pazartesi, Ocak 10, 2022

Başlıksız Yazı

 En son 2018'de Fenerbahçe'de bir şeylerin değişeceğine, eski düzenin yok olacağına inanarak bir yazı karalamışım. Ali Koç'tan ne beklediysek neredeyse hiçbirini başaramadı. Sabır yazmışım bir de. Evet, başlangıçta sabır gerekliydi ama öyle tuhaf şeylere imza etti ki, sabredecek güç kalmadı. Norveç'ten veya dünyanın herhangi bir yerinden gelen "Ali Koç istifa" cümlesi çok da manasız veya zamansız değil artık.


Pazar, Ocak 28, 2018

Baba oldum çok mutluyum

36 gün önce baba oldum. Dünyanın en büyük mutluluğuymuş gerçekten. Dilerim isteyen herkese nasip olur. 

Ekşi Sözlük yazarı değilim şu an. Eskiden öyleydim. Tekrardan olur muyum acaba diye hesap açtım falan neyse. 2014'te şöyle yazmışım. Erkek babası olmak da eminim farklı ve de hoş bir duygudur ama benim fikrim çok önceden beridir böyle işte. 


Salı, Haziran 27, 2017

Türklerin İngilizce ile imtihanı



İngilizcenin dünyanın en popüler dillerinden biri olduğu su götürmez bir gerçek. Küreselleşmenin hızıyla birlikte hayatın her alanında uluslararasında gerçekleşen herhangi bir iletişimde en çok kullanılan dil belki de İngilizce.

 Günümüzde birçok iş ilanında artık olmazsa olmaz kriterlerden biri “ileri düzeyde İngilizce bilen” elemanken yine bu ilanlara başvuran birçok kişi otomatikman bu özelliğe sahip olduğunu belirtiyor. 

Başvurulan iş kolunda belki hiç İngilizce konuşulmayacak olsa bile her ilanda İngilizce bilen eleman arandığı için ülkemizde İngilizce bilmemek ayıplanacak bir hadise gibi olmaya başladı. Peki gerçekten herkes İngilizce biliyor mu, konuşabiliyor mu? İşte orası tartışılır.

 Dünyanın 44 şehrinde 7 dilde yabancı dil eğitimi veren EF Education First Uluslararası Dil Merkezlerinin 2014 yılında yayımladığı rapora göre ülkemizin milletlerarası İngilizce seviyesi dipte. Araştırmada 63 ülkenin yeterlilikleri sıralanırken Türkiye 47. sırada yer almış. Neden dipte o zaman denecek olursa, Avrupa ülkeleri arasında sıralamada sonuncu durumdaymışız.

 2014’teki aynı araştırmada hiç mi olumlu bir gösterge yok denebilir. Elbette ki var. Türkiye İngilizcesini geliştiren ülkeler arasında Kazakistan’dan sonra 2.sırada yer almış. Yine bu verilere göre Türkiye’de kadınlar erkeklere göre daha iyi İngilizce konuşuyormuş.

 Üniversitede yabancı dil bölümünde okumuş ve hali hazırda İngilizce öğretmenliği yapan biri olarak bu tespite katıldığımı belirteyim. Yabancı dil bölümlerinde ve İngilizce öğretmenleri arasında kadınların hegemonyası var. İngilizce öğretmeni dendiğinde insanların aklına öncelikle kadın öğretmenler geliyor. Ülkemizde kadınların İngilizce konusunda erkeklerden önde olduğunu kabul etmek gerek. 2016’da yayımlanan yabancı dil yeterlilik endeksinde ise durum yine pek içi açıcı değil maalesef. Bu kez 72 ülke arasında araştırma yapılmış, Türkiye 52.sırada yer almış. Fikir vermesi açısında söylemek gerekirse Bulgaristan, Romanya gibi ülkeler bize göre oldukça üst sıralarda. Araştırmada ülkeler yabancı dil yeterliliklerine göre 5 ayrı kategoriye ayrılıyor. Türkiye ne yazık ki en düşük yeterlilik sıralamasının olduğu bölümde. Şu soru sorulabilir; İngilizceyi kafaya bu kadar çok takmaya gerek var mı? Kimseye bir dili zorla öğretmek, sevdirmek niyetinde olunmamalı elbette. Ancak dünyaya açılma arzunuz varsa İngilizceye çok ihtiyaç duyarsınız.

 Örneğin meseleyi ticari açıdan ele alalım. British Council’in araştırmasına göre eğer bir mağazalar zinciri uluslararası tedarikçileriyle İngilizce fiyat pazarlığı yapamıyorsa yaklaşık %20-30 kar kaybı yaşayabilirmiş. Veya yine başka bir örnek; İtalya inşaat sektöründe tedarikçilerle yürütülen görüşmelerden sağlanan maliyet tasarrufunun en az %50 si İngilizce dilinde yapılan anlaşmalardan geliyormuş. Örnekleri ticaret ve inşaat sektörü üzerinden verince akıllara turizm sorusu gelebilir. Tabii ki konu turizm ve İngilizce olunca bu dilin sektörde can damarı olduğu muhakkak. Bu anlamda seyahat acentelerinin iş hacminin %90’ı yabancı ortaklarla kurulan İngilizce becerisine bağlı. İngilizcenin evrensel önemine işaret eden sayılardan bahsettikten sonra neden bu ülkede İngilizce öğrenemiyoruz sorusuna geri dönelim. Başbakan Binali Yıldırım geçtiğimiz aylarda yaptığı bir konuşmasında Türkiye’deki yabancı dil seviyesinin yetersizliğinden bahsederken yakın zamanda ortaokul 5.sınıflarda yabancı dil ağırlık sınıfları olacağını söyledi. Peki 5.sınıflara hazırlık sınıfı getirmek tek başına yeterli olabilir mi? Bu soruya evet cevabını vermek zor. Çoğu İngilizce öğretmeni müfredat sıkıntısıyla boğuşuyor. British Council Türkiye ve Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV) 12 ilde yaklaşık 21 bin öğrenci, veli ve öğretmenle yaptığı araştırmada bu konuyu irdelemiş.

 İngilizce öğrenmekte en büyük sorun, bu dersin iletişim dili olarak değil, tıpkı tarih, coğrafya dersi gibi işlenmesi, gramer ağırlıklı olması, konuların her yıl aynı şekilde tekrar edilmesi diyor araştırmaya katılanlar. Yani dersin yıllar içinde “eğlenceli” olmaktan çıkıp “sıkıcı” hale gelmesinden bahsedilmiş. Araştırmaya göre; 5. sınıfta İngilizce dersini sevenlerin oranı yüzde 80 iken, bu oran 12. sınıfa geldiklerinde yüzde 37’ye geriliyor. İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu biri olarak bir ek yapmam gerekirse bilhassa devlet okullarındaki imkansızlıklar varken yabancı dil ne kadar başarıyla öğrenilebilir? Bugün bir Fen Bilimleri dersi öğretmeni nasıl ki deneylerini yapabilmek için Fen laboratuvarına, bir Bilişim öğretmeni Bilgisayar laboratuvarına ihtiyaç duyuyorsa; bir İngilizce öğretmeninin de öğrencilerinin dört temel dil becerisini (okuma,yazma, konuşma ve dinleme) iyi öğrenebilmeleri için yabancı dil laboratuvarına ihtiyacı var. Bir önceki derste matematik dersi işlenen bir sınıfı yabancı dil öğrenme moduna sokmak için sınıf oturma düzenini değiştirmek sonra diğer ders için bir daha eski haline sokmak yorucu oluyor. Öğrencileri sınav maratonu içinde bir de İngilizce ile uğraş diyerek müfredata boğarken bir de birbirleriyle pratik yapmalarının zor olduğu klasik oturma düzeniyle oturtursanız ne kadar başarılı olabilirsiniz?

 Bir başka sorun ise öğrencilerin öğrendikleri dili pratik yapma sahası bulmakta zorlanması. Taşımalı eğitimin olduğu bir dağ köyündeki öğrenci misal, öğretmeni ve sınıf arkadaşları dışında kiminle pratik yapabilir? İnternet kullansın demeyin lütfen. Bu çocuklar kendi köylerinde okul olmadığı için devlet onları ücretsiz servislere bindirip başka bir köydeki okul merkezine götürüyor. Uzmanlara göre bir öğrencinin İngilizcesini geliştirebilmesi için günlük 4-5 saat bu işe vakit ayırması lazım. Bu çok ciddi bir süre elbette. Girmesi gereken çok sınav olan bir öğrenci İngilizceye günlük 4-5 saat ayıramayabilir. Diyelim ki günlük 4-5 saat İngilizce çalışabildiniz ve Türkiye’de düzenli bir pratik yapma ortamı da buldunuz. Öğrendiklerinizi turistik bir gezide en temel ihtiyaçlarınızı karşılayabilecek şekilde kullanmak için 6 ay, günlük yaşamında temel ihtiyaçlarınızı karşılamak için ise 12 aylık bir süreye ihtiyacınız var. Bu noktada yine işin içinde biri olarak belirtmek isterim ki; maddi imkanlar elveriyorsa ana dili İngilizce olan bir ülkeye gidip orada 3 aydan fazla bir süre kalmak hepsinden daha iyi yöntem. Tabii gittiğiniz yerde İngilizceye maruz kalmalısınız. Oraya gittiğinizde iletişim için Türkleri aramamanız gerek. Ülkemizde yapılan en sık hatalardan biri İngilizce öğrenirken teoriye boğulmak. Bu dili kulağınızla değil de gözünüzle öğrenirseniz, yani klasik ezberlerle çalışırsanız bir yere varamazsınız. İngilizce sözlükte tüm kelimelerinin anlamını bilmek sadece kuru bilgidir. O kelimelerin doğru telaffuzunu bilmiyorsanız bu dili etkin konuşamazsınız.

 İngilizce’nin farklı bir matematiği var. Herhangi bir sözel dersi çalışıyor gibi bu dili tam anlamıyla öğrenemezsiniz. Son olarak elbette hayatta hiçbir şey için çok geç değildir ancak bazı şeyler için de doğru zamanda işe girişmenin gerekliliği de bir gerçek. 60 yaşından sonra İngilizce öğrenemezsiniz iddiasında değilim tabii ki, ancak 6 yaşındaki bir çocuk size göre daha avantajlı bu konuda.

 Dünyada şu an bilgi çok çabuk ortaya çıkarken çok çabuk da unutuluyor. Bu hıza yetişmekte zorlanabilirsiniz. Önümüzdeki günlerde “yabancı dil öğreniminde tavsiyeler” gibi bir bölüm yaparsak daha detaylı biçimde neler yapılmalı anlatırız. Ama şimdilik şunu belirteyim. Bir amacınız olması gerektiği kadar, öğrenmek istediğiniz dile karşı önyargılarınız varsa onları da yok etmelisiniz. Ve ilgi duyduğunuz konulardan başlayarak hayatınıza İngilizce’yi katmaya çalışın. Bu sayede “İngilizce anlıyorum ama konuşamıyorum” insanlarından bir farkınız olacaktır.

 Devamı da gayretinize kalmış.

Salı, Şubat 21, 2017

Pisa sonuçları ne anlatıyor ?



Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) “Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı” olan PISA, bu kurum tarafından üçer yıllık dönemler hâlinde, 15 yaş grubundaki öğrencilerin kazanmış oldukları bilgi ve becerileri değerlendiren bir araştırma projesidir. Ülkemizde sadece sınav sonuçlarının yayımlandığı dönemlerde gündeme gelen bu sınavı kim ne kadar önemsiyor? Bu ayrı bir tartışma konusudur ama madem ülke olarak bu sınavla öğrencilerimizi değerlendirmeye katıyoruz, bunun üzerine sonuçları farklı açılardan yorumlamak lazım.

 Öncelikle PISA’nın dünyanın pek çok ülkesindeki diğer yaşıt öğrencilerle ülkemizin öğrencilerini kıyaslayabileceğimiz en iyi performans değerlendirme sınavlarından biri olduğunu söylemek gerek. Peki bu PISA’ya kimler katılır ve ne ölçülür? Bilmeyenleri bu konuda aydınlatmalı. PISA’ya zorunlu eğitimin sonunda örgün eğitime devam eden 15 yaş grubundaki öğrencilerin; Matematik okuryazarlığı, Fen Bilimleri okuryazarlığı ve Okuma Becerileri konu alanlarının dışında, öğrencilerin motivasyonları, kendileri hakkındaki görüşleri, öğ- renme biçimleri, okul ortamları ve aileleri ile ilgili veriler toplanmaktadır. PISA projesinde kullanılan “okuryazarlık” kavramı, öğrencinin bilgi ve potansiyelini geliştirip, topluma daha etkili bir şekilde katılmasını ve katkıda bulunmasını sağlamak için yazılı kaynakları bulma, kullanma, kabul etme ve değerlendirmesi olarak tanımlanmaktadır. Açıklanan rapora göre (PISA 2015 raporu şeklinde internetten bakılabilir) öğrencilerimizin durumu pek iç açıcı değil maalesef. Bu raporda Türkiye önceki senelere göre daha gerilemiş durumda. Değerlendirme testi 72 ülke ve ekonomik bölgede 15 yaşındaki 540 bin öğrenci arasında yapıldı. Bu 72 ülke ve ekonomik bölgeden 35’ini OECD ülkeleri oluşturuyor. Türkiye 72 ülke arasında genel sıralamada 50. sırada yer aldı. Branş bazında yapılan değerlendirmelerde ise Türkiye matematik okuryazarlığında 49. sırada yer alırken, fen bilimleri okuryazarlığında 52. sırada, öğrencinin ana dilinde gerçekleştirilen okuma becerisi testinde ise 50. Sırada yer aldı. Burada ilginç duran iki şey var. Birincisi ülkemizde matematikten dertli onca öğrenci varken değerlendirme en iyi durumda olan ders matematik olmuş. Tabii 49.luğu başarı olarak kabul etmek çok doğru olmaz ancak yine de en iyisi olması ilginç. Esas dikkat çeken diğer durum ise öğrencilerimizin kendi dillerinde okuduklarını anlayamamaları. Bu gerçekten vahim. Okuduğunu anlayamayan bir öğrenci grubu matematik, fen bilimleri veya sözel derslerde nasıl başarılı olabilir ki?

 Öğrencilerimizi bu sorunlarını çözmeden devamlı PISA testlerine sokmaya devam edersek sonuçlar giderek daha aşağıya inebilir. Peki ne oldu da öğrenciler okuduğunu anlama konusunda bu kadar dibe çakıldı? Öncelikle okuma ile ilgili bir sorun varsa bunda ülkedeki okuryazarlık oranının düşük olması en büyük etken. Öğrenciler ya hiç okumuyor ya da okullardaki okuma saatlerinde zorla okutulmaya çalışılıyor. Okuma saatlerinde öğrencilerin okumaya zorlandığı 20-40 dakikalık sürelerde onların başında bulunan öğretmenlerden bazıları bile o sırada kitap okumuyor, başka işlerle meşgul oluyor. E balık da baş- tan kokuyor haliyle. Böyle olunca okuma etkinliği anlamsız oluyor. Bu da sonuçlardan da görüleceğe üzere durumu özetliyor. Bir başka sıkıntı da artık teknolojinin ilerlemesi ile bilgiye ulaşmada neredeyse ışık hızına yaklaşacak seviye geldiğimiz günümüzde ne yazık ki bu kadar hızın yan etkileri de olabiliyor. Bunlar da; bilgiyi yanlış şekilde alma, kötü bir anlatım ve bozuk dilbilgisi gibi başlıklar altında değerlendirilebilir. Sosyal medya ve arkadaş ortamında kullanılan bozuk dilin, öğrenciye öğrendiğini anlatma ve aktarma hususunda zarar verdiği de muhakkak. Son olarak öğrencilerdeki üşengeçlik ve dikkatsizlik de ayrı irdelenmesi gereken bir konu. Merkezi sınavlarda sorulan paragraf sorularını okumaya üşenen bir nesil var artık. Sınav kitapçığının kendini anlayacağını bilse “özet geç” diyecek kıvama gelmiş derecede hem de öğrencilerimiz. Üşengeçliğin üstüne bir de soru köklerindeki uyarıları bile dikkat etmeme eklenince okuma becerisi ölçen testler falan hak getire. Fen bilimleri ve matematik gibi dersleri geçtik yani…

 Peki sorun hep mi öğrencide? Tabii ki hayır. Okullarımızdaki sistem sıkıntılı. Bu konuyu ayrı bir yazıyla irdelemek gerek. Evvela onu belirtmek lazım. İşin test becerisi kısmına gelirsek; PISA sorularını okullarda yapılan sınavlardan ayrı değerlendirmeli. Öğrenciyi düşünmeye zorlayan, basmakalıp ifadeler yerine doğru yanıtı kendi ifadeleriyle anlatabilecekleri soruların ağırlıklı olduğu bir değerlendirme türü PISA. Okullarımızda ise –istisnalar vardır elbette- genelde ezberci zihniyetin sonucunda sorgulanan öğrenci bilgisinin yer aldığı sınavlar yapılmakta. Bunun sebebi de müfredatın dışına çıkamama, öğretmenlerin iki arada bir derede kalması (idealizm ile yönetmelik arasındaki ince çizgi) ve de eğitim idarecilerinin tutumu. Gerçi son yapılan PISA değerlendirmesine göre idareciler PISA’daki başarısızlığı öğretmenlere bağlayıp kendilerini işin içinden sıyırmışlar. Onu da öğrenmiş olduk. Başarının babası çoktur, mağlubiyet ise öksüzdür sözünü hatırlattı bu anket. Bütün bunların ışığında çözüm için neler yapılmalı? Buna karar vermek lazım. Öncelikle eğitim sistemi yaz-boz tahtası olmaktan çıkarılmalı. İki sene evvel zorunlu olan bir şey sonra birden serbest olurken ertesi yıl yine zorunlu olursa bu eğitim sistemindeki devamlılığın sağlanamaması- na sebep olur. Öğrenciyi ezbere iten sınav sistemine de bir an evvel son vermeli. Açık uçlu sınavların yapılabilmesi, yani öğrenciyi düşünmeye zorlayan soruların sorulduğu testlerin olması gerekliliğini hatırlatmak lazım. Yıllardır aynı konuyu anlatan ve aynı soruları soran öğretmenlerin de kendine bir çekidüzen vermesi, şayet bunu yapamıyorsa emekliliğe ayrılması gerek. Tabii sistem, emeklilikte yaşayacağı geçim sıkıntısını düşünüp emekli olmaktan kaçınan öğretmenleri de emekli olmaya teşvik edemediği için o konuda da ayrı bir sıkıntı var. Buna da ayrı bir düzenleme yapılmalı. Öğretmen değişime direniyorsa onun eğitim hayatına güle oynaya jübile yapacağı bir ekonomik hayatı da ona sunmalısınız.

 Yukarıda bahsedilen çözümlere daha birçok ek getirilebilir. Ancak geçmişe bakıldığında eğitimde hep sorun tespiti konusunda ne kadar iyi isek problemi çözmede de bir o kadar kötü olduğumuz aşikar. Bu bakımdan icraate geçmek lazım. Bu son PISA sonuç- larındaki başarısızlık artık eğitimdeki kötü gidişe bir dur demenin ve eğitimde iyileş- tirme çalışmalarının (ve uygulamalarının) ciddi manada yapıldığı bir dönemin dönüm noktası olması dileğiyle.

Not: Bu yazı 21 Şubat 2017'de Gazete Mavişehir'de yayımlanmıştır

Salı, Ocak 17, 2017

Ne zaman gidiyorsun?


Gerçekten ne zaman gideceksin acaba? Ömrüm senin gidişini görmeye vefa edecek mi? Yoksa kara toprağa girdiğimde hala başkan mı olacaksın? Ne zaman kurtulacağız senden Aziz Yıldırım? Tek derdim bu Fenerbahçe'ye dair. Şampiyon olursun olmazsın ayrı mesele. Koskoca bir camiayı maytap geçilecek malzeme yaptın. Hem de istisnasız her seferinde. Artık rakipler bile dalga geçmekten bıktı neredeyse. Eğer biraz seviyorsan bu kulübü git, Bıktırmanın ötesine geçtin.

Çarşamba, Ağustos 31, 2016

Lefter'i silen Caner



Geçtiğimiz nisan ayında Aspor'da Zeki Uzundurukan şampiyonluk yarışının en civcivli olduğu dönemde şöyle bir iddia ortaya atmıştı: Beşiktaş, Caner ve Gökhan Gönül'ü alabilir. Hatta yanlış hatırlamıyorsam bir FİFA menajerinin iddiasına dayandırmıştı bu duyumunu. O gün yayını izleyenler buna pek ihtimal vermemiştir.

Bugün resmi imzayı henüz atmamış da olsa Fenerbahçe'nin geçen sezon şampiyonluk yarışında olduğu Beşiktaş, ezeli rakibinin sağ ve sol beklerini almış durumda. İnsan yine de sormadan edemiyor. Emenike'yi transfer olma yönünden süründüren zihniyet  (FETÖ'cüsü, kripto FETÖ'cüsü vs.), Gökhan ve Caner'in gidişlerini normal karşılıyorsa, geçmişte Emenike'den ne istedi? Ten rengi yüzünden ırkçılık mı yaptılar? Olmayan para sayma görüntüleriyle itibar sarsma girişimlerinin sebebi neydi? Veya Gökhan ve Caner'in transferleri gibi transferler normal ise (ki bence öyle) oyuncuların camia değiştirmelerine neden bu kadar gıcık oluyorlar? Gıcık oldukları transferleri de renklerine göre mi ayırt ediyorlar? Öte yandan yıllardır gördüğüm bu samimiyetsizlikleri hala sorguluyor olmam da sanırım ben saflığım.

Neyse; Gökhan da Caner de Fenerbahçe'den Beşiktaş'a gidecek son oyuncular olmayacak. Sonuçta futbol profesyonelliği barındıran bir spor. Bir sporcuya (Caner özelinden konuşursak) neden oraya gittin diye sormadan önce Aziz Yıldırım'ın  "Caner dönemez" dediğini hatırlatmalı.

Lafı daha fazla uzatmadan değinmek istediğim konuysa şu; Fenerbahçelilerin gittiği günden beri adeta yerin dibine soktukları Gökhan Gönül geçmişte yaptığı Fenerbahçeyle alakalı neredeyse hiçbir paylaşımı silmezken, futbol piyasasında Fenerbahçeliliğiyle bilinen Caner Erkin'in tüm geçmişini silmesi enteresandır. Yeni gittiği takımın taraftarına şirin gözükmek adına bunu yaptığı iddia edilebilir. Bu bakımdan buna saygı duyabilirsiniz. Sadece geçmişiyle ilgili neden sildiğini anlayamadığım ve sanırım uzun süre anlayamayacağım paylaşımı ise yukarıdaki Lefter paylaşımı. Bu kadar mı düştün Caner? Bu kadar mı korktun Beşiktaş tribününden, başkanından, antrenöründen? Veya Lefter'in sana nesi battı acaba?

Dün sana küfür eden, özel hayatın üzerinden sana bel altı vurmaya çalışan siyah beyaz tribünler bugün seni bağrına basabilir. Bunun benzeri farklı renklerdeki tribünlerde de yıllardır olmuştur. Ama Gökhan Gönül'ün gidiş şeklini bile Fenerbahçe taraftarına unutturacaktır şu son hareketin. Lefter taraflı tarafsız Türk spor kamuoyunun saygı duyduğu bir isim olduğundan senin bu korkaklığına sahip çıkacak adam da pek bulamazsın. Bulmamalısın da zaten.

Pazartesi, Temmuz 25, 2016

Adalet size de lazım olacak Nazlı hanım



Twitter'ı aktif kullandığım dönemlerde, ki bu dönem Gülen cemaatinin daha 17-25 Aralık'taki girişimleri öncesiydi, Nazlı Ilıcak'la tuhaf bir diyalog yaşamıştım.

Soner Yalçın'a giydiriyordu Nazlı Ilıcak. Soner Yalçın'ı da çok sevdiğimden değil ama Ilıcak'ın o dönem rüzgarı arkasına alıp yaptığı yorumlardan rahatsız olmuştum. Kendisine trollük de sayılabilecek bir cümle yazdım. Geçmişine dair.

Dayanamadı tabii. Ve beni twitter'da tehdit etti. "Senin gibileri Silivri paklar" diyerek.

Gerek kendisini gerekse beni takip eden medya mensupları durumu görünce Ilıcak'a tepki gösterdi. O da daha sonra yazdığı tweeti sildi.

O Nazlı Ilıcak fotoğraftaki Zekeriya Öz ile yukarıdaki pozu verdiğinde gün gelir sizin de saltanatınız biter diye düşünmüştüm. Rüzgar elbet tersine dönecekti.

Önce sağdaki kumpasçı savcı ülkeden arkasına bakmadan kaçtı. Şimdi de soldaki hanım ile ilgili gözaltı kararı çıkmış. Bu yazıyı yazarken henüz yakalanmamıştı. Malum örgütün her öne sürdüğünü koşulsuz kabul eden Nazlı hanım umarım aklınız başınıza gelmiştir. Pişmansınızdır. Hatalı olduğunuzu fark edersiniz. Sizin de adalete ihtiyacınız var. Bunu geçmişte tehdit ettiğiniz biri söylüyor. Umarım suçlu bulunmazsınız. Bu yaştan sonra içeride yıllarınızı geçirmenize üzülürüm. Samimi yazıyorum bunu. Dediğim gibi adalet size de lazım olacak.

Hakkınızda hayırlısı.

not: askerde sorun yaşadığım bir yüzbaşının bugün binbaşı rütbesiyle darbeci olarak yargılanacağını duyduktan sonra, üstüne Nazlı Ilıcak ile ilgili haber gelince düşündüm...Arya Stark'ın yaptığı gibi bir intikam listesi ben de yapmış mıydım acaba? 

Pazar, Haziran 05, 2016

Bir sağ bekin şampiyonluğa katkısı nedir?



Aziz Yıldırım: "Gökhan Gönül 8 senedir takıma hizmet ediyor. Bu dönemde 2 şampiyonluk kazanmış."

Sağ bek oynayan bir futbolcunun şampiyonluğa direkt katkısı nedir? Aziz Yıldırım hangi dünyada yaşıyor? Kaldı ki her şeye rağmen Gökhan ortalamanın çok üstünde bir performans ortaya koydu bunca senedir.

Burada esas soru şu olmalı: Gökhan Gönül'ün 8 senelik döneminde 2 şampiyonluk gördüğü yıllarda Aziz Yıldırım n'apıyordu? Veya 18 senedir n'apmıştır? Madem başarılar kupalarla değerlendiriliyor ona bakmak lazım. Gökhan futbolcu olarak başarısız ise Aziz Yıldırım başkan olarak başarısızlığın sözlük anlamıdır o vakit.

Aziz Yıldırım'a akıl, fikir dilemekten başka ne kaldı bilinmez. Kontrolü kaybedeli çok oldu.

Pazar, Ocak 18, 2015

Dikkat çeken bir dizi: Filinta


Bu toprakların ezberlenen ağlamaklı ve bol entrikalı (aşk soslu elbette) dizilerinden artık gına geldi. Yok mu şöyle batılı tarzda çekilen bir polisiye dizi derken çıkageldi Filinta:Bir Osmanlı Polisiyesi.

Gerek Trt'de yayınlanıyor oluşundan (malum devlet kanalı) gerekse de polisiye dizilerin (tuhaf fenomen Arka Sokaklar'ı saymazsak) pek bizim halkı sarmaması gerçeği nedeniyle önyargıyla bakılıyor sanırım bu diziye.

Filinta dizisi Kudret Sabancı yönetmenliğinde çekiliyor. Devasa bir plato varmış Kocaeli'de. O günün muhitleri, dükkanları yani tamamıyla her şeyi en kanlı canlı haliyle ve de hiç sırıtmadan izleyicinin gözlerinin önüne getiriliyor. Ciddi bir maddi yükümlülük getiren, artı emek isteyen bir girişim bu. Takdir edilesi.



Lost'un yönetmeni Bobby Roth'un yapıma danışman olması yine ciddi bir artı. Dizideki o ülke dışı kokan görsellik ve profesyonelliği bu adamın rehberliğine de borçlu olmalılar. Roth, diziyle ilgili konuşurken "Amerika'da da izlenecek bir iş yapıyorlar ama başarılı olmak zorundalar" demiş. Bunu destek verdiği diziyi pohpohlama adına dediğini düşünebilirsiniz. Ancak bu çok doğru bir öngörü olmaz. Gerçekten gerek görsellik, gerekse de kurgu anlamında hayli batılı bir havası var dizinin. Ve her geçen gün ritmi daha da artırıyorlar.

Dizinin kahramanı, Galata müşiri Filinta Mustafa'yı Onur Tuna canlandırıyor. Öncelikle kendisi ilk gördüğümde sadece fiziğinden dolayı mı bu adamı başrole oturtmuşlar dedim. Lakin bölümler ilerledikçe oyuncu bu role iyice ısındı. Bu diziden sağ salim bir başarıyla çıkarsa ülke belki de iyi bir jön kazanabilir.

Filinta Mustafa'nın gönlünü kaptırdığı dilber portresinde karşımıza çıkan Lara'yı Damla Aslanalp oynuyor. Her hikayede bir aşk masalı olmasına alışığız. Dozunda karşımıza çıkıyor bu ikili dizi boyunca. Bu da güzel.

Bahsedilmesi gereken esas karakter ise kesinlikle Kadı Gıyaseddin rolündeki Mehmet Özgür. Hem duruşu hem de belki de rolü gereği hakim olduğu lisanıyla dizideki en Osmanlı karakter. Açık ara... Bu role cuk oturmuş. Kalabalıkları elini kaldırıp "sukunet" diye susturması oldukça karizmatik. Keza devlet işleri ve adli vakalardaki genel yaklaşımları da.



Son olarak hikayenin kötü adamı Boris Zaharyas'tan bahsetmeli. Gerçek hayattaki muadilinin Osmanlı'nın başına türlü türlü çoraplar ören Basi Zaharoff olduğunu tahmin etmek güç değil. Bu savaş tacirini ise Serhat Tutumluer canlandırıyor. Kadı Gıyaseddin rolündeki Mehmet Özgür'den sonra dizinin en iyisi kesinlikle. Bu karakter sebebiyle konuyu günümüzün meşhur devlet içi illegal yapılanmalara (veya en son tabirle paralel yapı) göndermeli bir dizi diyerekten Filinta dizisini hakir görenler var. Büyük bir hata yapıyorlar zira tarih boyunca devletlerin altını oymaya çalışan illegal oluşumlar hep olmuştur. Zaten Basil Zaharoff adlı gerçek kişi de bu tarz bir adamdır. Ve buna ek olarak diziyi hiç izlemeden, ortaya dökülen emeği ve kaliteli yapımı hiçe sayarak yapılan yorumlar çok boş. Hele bir iki bölüm izleyin, ondan sonra dizinin kalitesi üzerine üç beş kelam edin.

Uzun uzun yazmak yerine dizide yer alan meşhur bir kaç oyuncunun daha olduğunu isimlerini zikrederek yazalım. Yosi Mizrahi, Kayra Şenocak, Naz Elmas ve Kamil Güler de piyasanın iyi bilinen isimleri ve onlar da dizide önemli rollerdeler.

Dizinin batılı havasından Cumhuriyer gazetesi yazarı Mehmet Çoban da diziyi övdüğü bir yazısında bahsetmişti. Hemen ilk bölümün ardından yazılan bu yazıda bunca kaliteye ve ülkedeki çoğu işten üstün olan bir yapım olmasını rağmen bir türlü halkın diziye ısınamadığını güzelce anlatmış. İki önceki cümlede yazıya bir bağlantı koydum. Okumanızı tavsiye ederim. Kısa bir cümleyle yazıya değinmek gerekirse; Türk dizi izleyicisinin, Özcan Deniz'in modern ağa rollü dizilerine ve Muhteşem Yüzyıl gibi bol entrikalı (bol aşklı meşkli anlamında) dizilere aşina olması, çabuk kanının kaynaması en büyük etken diyor bu duruma. Yoksa henüz bu topraklar batı kalitesinde çekilen polisiyelere uzak mı? Veya en fazla Adanalı tarzı klişe işleri mi beğeniyoruz? Cevaplaması çetrefilli bir soru.

Filinta'nın avantajı devlet kanalında olması. Çok ciddi bir reyting kaygıları bu sebeple olmaz. Lakin bu dizi gerçekten izlenmeli. Hem ülke dizi sektörü bu kadar gelişti mi yahu diye şaşırmak ve takdir etmek için hem de yurt dışına tüm kalitesiyle pazarlanabilecek bir diziye destek vermek için.

İnternetten izlemesi daha keyifli elbette. Ancak dizinin 2 saate yakın süre boyunca reklamsız bir şekilde televizyondan da yayınlandığını hatırlatayım.


Perşembe, Ocak 01, 2015

Eee sonuç?

Kadını düğün arifesinde nişanlısı terk etmiş, kaçmış gitmiş. Haberi Hürriyet'te okuyorum. Tamamen panik yaşanacak ve dumura uğranacak bir durum. Allah kimsenin başına vermesin demek lazım. Neyse, düğün fotoğrafçısıyla birlikte bir karar almışlar. Nedimeler gelinin etrafında toplanmışlar ve gelinliğini rengarenk boyamışlar.

Terk edilen gelinin açıklamasına bakın.

"Bunun benim için ne kadar özgürleştirici bir deneyim olduğunu anlatamam. İlk boya gelinliğime döküldüğü anda kendimi özgür hissettim."

Görüntüsü de bu.


Ee sonuç? diyesim geldi. O an rahatladın ettin filan. Günün sonunda terk edilen bir gelin olduğun gerçeği değişti mi? Hayır. Gelinliğine boya dökülerek özgürlüğe kavuşma fikri de nedir allasen? Adamdan kurtuldum özgürlüğü mü demek istemiş ne yapmışsa artık.

Hayatta bazen başımıza gelen yıkım niteliğindeki olayları gerçeği unutmadan yaşamak lazım, ki gelecek için ders alasın. Evlenecekken direkten dönüp bekar kalma mutluluğu, kaçan adama nispet mi? Olay ne burada? Hayır, adama nispet ise misal bak o kadar para verdiğin gelinliği ne hale getirdim demekse gaye; o da tutmaz. Adam zaten arkasına bakmadan kaçmış gitmiş. Bekar kaldığına seviniyorsan, özgürlük diyorsan, evlilik fikri bu kadar tutsak edici bir şey ise neden yeltendin? 

Bu Amerikalılar ilginç. Eğer bu düğün fotoğrafçısının PR çalışması değilse şayet, kendini kandırmaca. İnsan psikolojisi uzmanı değilim elbet ama bizdeki "boşver kardeşim, abicim, bacım..." girizgahlı teselli edici cümlelerden çok üstün bir hareket değil bu. İnsan dünyası başına yıkılacak kadar (kaldı ki burada yıkılabilir zor olaydır) kendini aylarca eve kapatsın da demiyorum ancak gelinliğine iki boya fışkırtıldı (zor kelime oldu) diye sinir stresin bittiyse helal olsun diyeceğim ama hiç inanasım gelmiyor. Hepimiz insanız. Yemeyelim birbirimizi.

Çarşamba, Aralık 24, 2014

Yapılması gerekeni yapıp alkış kıyamet beklemek

Bu memlekette tuhaf bir algı var. Kişi hangi mesleği icra ediyorsa artık, o işi yaparken zaten yapması gerekeni yaptığı halde o kişiye sayfalarca methiye düzülüyor. Anlatıldıkça anlatılıyor. Normal olanı yüceltme demek lazım buna sanırım.

Diyelim ki adam siyasetçi. Milletvekili olmuş. Adam kayırmadan, rüşvet işlerine bulaşmadan sadece yapması gerekenleri yapıyorken o adamı övüyoruz da övüyoruz. Buna sadece dürüstlüğe saygı ve övgü deyip geçmemek lazım.

Veya herhangi bir iktidar... Zamanında birileri yol yapmadı yahut yol yapmaya kalkıp yıllarca o işi eline yüzüne bulaştırdı diye, bir gün o yolları tamamlayan, yani başka deyişle devletin asli görevini hizmet taşımayı yerine getireni avuçları patlayıncaya kadar alkışa boğma hastalığı var. İlginç.

Kendimden bir örnek vereyim. Düşünsenize, ben öğretmen olarak dersimi veriyorum ve dersin sonunda her seferinde sınıftan bir alkış kopuyor ve "hocam bize ders anlattınız, sağ olun" diye teşekkür ediliyor bana. Tuhaf değil mi?

Bakkalda ya da manavda alışveriş sonrası "teşekkürler, o çikolatayı ne güzel sattınız" veya "iki kilo elmayı tartıp ne güzel de sattınız" desek komik durmaz mı? Ama satamayan var mı diyeceksiniz? Satmaya çalışıp sizi tezgaha getirenlerden mi bahsedeceksiniz yoksa? Doğrudur öyle esnaf, öğretmen, milletvekili ya da herhangi bir meslek erbabı her türlü vardır. O zaman işini yapmayan ya da kötü yapanı ısrarla konuşalım, işaret edelim daha çok. İşini normal yapanı motive etme amaçlı övmek yerine buna odaklanalım. İki çift güzel laf duymak herkes ister muhtemelen ama en basit işi yaparken bile "adam çalışıyor aga" diye diye belki de çıtayı düşürüyoruzdur. O insanları buna alıştırıyor ve performanslarını normal seviyede seyrettiriyoruzdur. Kim bilir?

Bir de böyle bakmak gerek hadiseye.


Başlıksız Yazı

 En son 2018'de Fenerbahçe'de bir şeylerin değişeceğine, eski düzenin yok olacağına inanarak bir yazı karalamışım. Ali Koç'tan n...